Sermaye ve vergiler: Üretim ilişkilerinden bağımsız bir meseleyi mi konuşuyoruz?

Eşitsizliklerin vergi düzenlemeleriyle ortadan kaldırılamayacağı biliniyorken, alternatif vergi önerileri sistemi sarsmayı değil onla uyumu gözetiyor.

Evin Nagehan

Bir hileyle karşı karşıyayız, spotlar kasten yanlış yere tutuluyor. Yoksulluğun neden ortaya çıktığının, gelir dağılımının neden bu kadar bozuk olduğunun altında yatan temel dinamikleri tartışmamız istenmiyor, belli ki tartışırsak birileri rahatsız olacak. Gece karanlıkta kaybettiği anahtarlarını sokak lambasının altındaki ışıkta aramaya çalışan sarhoş gibi yapmamızı istiyorlar, biz de inadına ‘zalim, saklanacak karanlık bulamamalı’ diyoruz, kaybettiğimizi bulmak için fenerleri yakıyoruz, yangınlar da gelecek.

Bazı hatırlatmalarla başlayalım, çünkü en temel doğrularımızın AKP iktidarı ve düzen muhalefeti tarafından örtük bir uzlaşmayla unutturulduğu bir dönemden geçiyoruz. Üretilen bütün mal ve hizmetlerin ve de bunların üretimi için kullanılan bütün makina, araç-gereç, yazılım, aramalı vs. gibi üretim araçlarının yaratıcısının yaka renginden bağımsız olarak emekçiler olduğu konusunda bir şüphemiz yok. Dolayısıyla, fabrikaların, bankaların, binaların, arazilerin mülkiyetini elinde tutan sermaye sınıfının elde ettiği her türlü kâr, faiz, kira gibi gelirin de aslında emekçilerden çalındığı konusunda da hiçbir şüphemiz yok. Buradan ortaya çıkan eşitsiz bölüşümün üretim ilişkilerinden türediğini ve bu ilişkilerin çözmemiz gereken en temel meselemiz olduğunu bir hatırlayalım.

Buradan hareketle: Demek ki toplama yetkisi devletin tekelinde bulunan ve ikincil bir bölüşüme aracılık eden vergilerin kaynağı da yine emekçiler. Demek ki sermaye sahipleri vergilendirilseler de bu vergiler kendi ürettiklerinden değil, emekçilerin ürettiklerine el koyduklarından ödeniyor. Demek ki emekçiler daha fazla vergi ödedikçe daha da fazla sömürüye maruz kalıyorlar. Demek ki vergilerin nereye harcandığı kadar bu ekonomik değerin kaynağı da önemli. Demek ki vergi meselesi üretim araçlarının mülkiyeti ve bu mülkiyetin sebep olduğu gelir dağılımdan türemiş bir tartışma. Demek ki bu tartışmanın bir tarafında emekçiler, bir tarafında da sermaye ve aslında bu ikincisinden yana olan ama sınıfsallıktan azade olabileceği zannedilen ama asla olamayacak bir devlet aygıtı var. O zaman biraz geriye gidip meselenin politik boyutunu da bir hatırlatalım.

'Farklı vergi politikaları' hangi siyasi iklimin ürünüydü?

Neoliberal dönemi ele alan ve eleştirenlerin önemli bir bölümü, Avrupa’da bu dönemi önceleyen ve ikinci dünya savaşı sonrasından 1970’lere kadar süren refah devleti döneminin, uzun bir dönem boyunca hüküm sürdüğünü iddia ettikleri emek ve sermaye arasındaki uzlaşmanın neden başladığını ve neden bittiğini tam olarak açıkla(ya)mıyorlar. Bu dönemin özel koşulların dayattığı istisnai bir dönem olduğunu değil, iktidara gelen sosyal demokratların ve benzerlerinin iradi tercihlerinin bir sonucu olduğunu iddia ediyorlar. Dolayısıyla da yine bu yaklaşıma göre neoliberal dönem de tercih ve ideoloji değişikliği nedeniyle başlamış oluyor.1

Refah devleti döneminin ortaya çıkmasına sebep olan iki temel etken ise genellikle hasır altı ediliyor. İlk ve de çoğunluğun görmezden gelmekte uzlaştığı etken, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin ve bu birlikte yer alan ülkelerdeki işçi sınıfı iktidarlarının Avrupa ve dünyanın diğer bölgeleri üzerindeki sınıf mücadelelerine olan etki ve yansımalarıdır. İkinci ve ilkinden daha az ihmal edileni ise 20. yüzyılda Avrupa’ya ve belli bir dönem ülkemiz Türkiye de dahil olmak üzere dünyanın diğer bölgelerindeki ülkelere de damgasını vurmuş olan güçlü bir işçi sınıfı hareketiyle bu hareketin parti ve sendikalarının varlığıdır. İşte sermaye egemenliğinin devam etmesi için sermaye sınıfının daha çok vergilendirilmesini, devletin emekçi kesimlerine transfer harcamaları yapmasını, emekçilere kamusal eğitim ve sağlık hizmetlerinin sağlanmasını ve daha nicesini zorunlu kılan bu politik iklimdir.

Artan oranlı vergilendirme neye alternatif?

Bu refah devleti döneminin ortalarında bir tarihte Türkiye’ye gelip İsmet İnönü’yle de görüşmüş ve Türkiye ekonomisi için de bir vergi raporu hazırlamış olan İngiliz iktisatçı Nicholas Kaldor, 1960’ların başında şöyle diyor:

Bir vergi danışmanı olarak edindiğim deneyim, beni, normalde bir iktisatçının yetki alanına girmeyen bir ortamda, gücün gerçekleriyle yüz yüze getirdi… Aşırı yoksulluğun servet ve tüketimdeki büyük eşitsizlikle bir arada olduğu çoğu az gelişmiş ülkede, artan oranlı vergilendirme [sistemi], nihayetinde, şiddet ve devrim yoluyla tam kamulaştırmaya tek alternatiftir.

Tesadüf değildir Kaldor’a bu tespitleri yaptıran siyasi iklimin, İnönü’nün 1965’te CHP’nin ortanın solunda olduğunu beyan etmesinde bir payı olmuştur. Bir dönem Kraliyet Vergi Komisyonu’nda da çalışmış olan ve sosyal demokrat olarak nitelendirebileceğimiz Baron Kaldor, hizmet ettiği sermaye sınıfın birçok sözcüsünün aksine çok dürüstçe davranıyor. Kendi mesleğinin sınırları hakkında da… Hatta Kaldor, esasında bugün Türkiye’de siyaset yapan, sosyalizmin güncelliğine inanmayan, utangaç bir sosyal demokrasiyi savunan, fakat kendini sosyalist olarak nitelendirenlerden de daha dürüstçe davranıyor. Kaldor şöyle devam ediyor:

Zenginliğin gücünü dizginlemek, kaynakları kalkınma için seferber etmek ve geleneksel sosyal ve ekonomik ilişkilerin felç edici hakimiyetini gevşetmek için tek alternatif araçtır. Az gelişmiş ülkelerin ilerici liderleri [bu aracın kullanılmasının]ilk sonuçlarına göre yargılanırlarsa etkisiz görünebilirler, fakat onlar Lenin ve Mao Zedung’un tek alternatifleridir.

Kaldor, yüksek sesle artan oranlı vergilendirme ve sermayenin daha fazla vergilendirilmesini öneren medyatik sosyalistlerden daha sınıfsal bakıyor, daha gerçekçi tespitler yapıyor. Tabi ki hizmet ettiği sermaye sınıfının iktidarının sürmesi ve sisteme karşı biriken enerjinin kontrollü bir şekilde boşaltılması için. Kaldor, engellemek için ön alıyor, bir politik araç olarak sermaye sınıfının gelirlerinin, servetlerinin belli ölçüde vergilendirilmesini öneriyor. Aynı sınıf bilinciyle davranan küresel zenginler, bu öneriyi bizzat İsviçre’deki 2022 Davos Zirvesi’nde dillendirmiştiler. Bu cümleleri kaleme almış olduğu dönem geçtiğimiz yüzyılda eşitsizliklerin en alt seviyede olduğu dönem olsa da Kaldor, eşitsizliklerin Rusya’da ve Küba’da olduğu gibi devrimlerle sonuçlanabileceğini biliyor ve hissediyor.

Vergi düzenlemeleriyle eşitsizlikler ortadan kalkmaz

Bu eşitsizliklerin günümüzde nereye geldiğini de hatırlatalım. Fransız iktisatçı Thomas Piketty’nin içinde yer aldığı araştırma ekibinin verilerinden hareketle şöyle basit bir hesaplama yapalım. 2021 yılı verilerine göre Türkiye’nin en zengin yüzde 1’lik dilimi, toplam servetin, yani fabrikaların, plazaların, binaların, arazilerin, kasadaki altınların, banka hesaplarının, lüks arabaların yüzde 37’sini elinde tutuyor.2 Toplumun en yoksul yüzde 50’lik kesimi ise bunların sadece yüzde 3’ünü… Yani, ülkemizde en zengin yüzde 1’lik dilimde yer alan ortalama kişi, ülkemizin en yoksul yarısında yer alan ortalama kişinin 580 katı servete sahip. Oysaki ülkemizdeki istihdam edilenlerin yüzde 70’inden fazlası yaka renginden bağımsız olarak işçiler, yüzde 10’a yakını bir ücret bile almadan çalışan ücretsiz aile işçileri, yüzde 15’lik bir kısmı ise kendi hesabına tek başına veya ortaklarıyla çalışan emekçi halk kitleleri. Patronlar ise bu ülkenin azınlığı olmalarına rağmen neredeyse her ürettiğimize onlar el koyuyorlar.3

Bu durumun, basit fakat gözden kaçırılan bir sebebi var. Üretim araçlarını elinde tutan sınıf, emekçilerin artı değerine el koymaya devam ediyor, bu eşitsizlikler de oradan türüyor.  Şaşırmamız gereken sadece bu rakamlar değil, bu uçurumun bir vergi düzenlemesiyle ortadan kaldırılabileceğine hatta hafifletilebileceğine bizi ikna etmeye çalışanların sahte çözüm önerileri. Alternatif vergi politikaları bu eşitsizlikleri sistematik olarak üreten bir sistemi sarsmayı değil onunla bir uyumu gözetmektedir. En az yüz yetmiş beş yıldır temel meselemiz, nasıl bir vergi sistemimiz olacağı değil, üretim araçlarının hangi sınıfın elinde olduğudur.

Servet vergisi ne kadar gerçekçi?

Bir süredir ülkemizde servet vergisi uygulanması önerileri yapanlar oluyor ve bu öneriyi yapanlar arasında bazı sol/sosyalist partiler de var. Fakat bu uygulama, işçi sınıfı için bir çözüm olabilir mi? Olamaz. Bu tür uygulamalar emek ve sermaye arasında uyumlu bir denge olarak değil, ancak güçlü bir işçi sınıfının olduğu bir momentte bu iki sınıf arasında bir yenişememe olması halinde ortaya çıkar. Bu yenişememe durumunun yakalanabilmesi için ise, sosyalizmin ve devrimin güncelliği anlayışıyla hareket eden ve bu anlayışı işçi sınıfının örgütlüğüyle birleştiren sosyalistlerin güçlenmesi ve kapitalist düzen için bir tehdit unsuru olarak ortaya çıkması gerekir. Şimdiden sermayeyle uzlaşmaya hazır olarak yola çıkanlar ise Meclis’te kendilerine yer açsalar bile işçi sınıfının hanesine hiçbir şey yazamazlar. Bu serüveni, komşumuz Yunanistan’daki emekçilerin yaşadıklarından, onlara bir dönem sahte umut olmuş Çipraslardan, Varufakislerden de biliyoruz. 

Hatırlanacaktır Yemek Sepeti’nin patronu ve eski CEO’su Nevzat Aydın gibi kimi patronlar bu vergi önerisine çok sevindiklerini belirttiler, belli ki de onlar da ön almak istiyorlar düzenin bekası için. Patronların Ensesindeyiz Genel Koordinatörü Selahattin Kural, verdikleri hak mücadeleleriyle gündeme gelen Yemek Sepeti işçilerine nankör diyen Aydın’a bir işçinin tokat gibi verdiği yanıtı aktarıyor: ‘Bize nankör diyen kendi zenginliğine baksın’. İşçinin bildiğine, gördüğüne, göstermek istediğine, onları temsil ettiğini iddia eden bazı sosyalistler gözlerini kapatıyorlar, dört maymunu oynuyorlar. O servetlerin bu düzen sürdükçe sürecek olan sömürüyle yığıldığını bilmediklerinden değil, başka hesapların peşinde oldukları için.

Ne dünyamızda henüz Sovyetler Birliği gibi işçi sınıfı lehine olabilecek bir denge unsuru var, ne de ülkemizde siyasi atmosferi bütünüyle belirleyebilen bir sınıf hareketi, grevler... Oysaki sosyalizmin güncelliğine ve devrime inanmayanların ‘vergi projeleri’ için bile medyatik vergi uzmanlarına değil, bu koşullara ihtiyaç var. Başka siyasi hesapların dengelerini değil, sosyalist bir Türkiye için güçlü ve örgütlü bir işçi sınıfını ilmek ilmek örmek için yola çıkanların ise sermayeyi vergilendirmekten daha gerçekçi görevleri var. Kural’ın yazısını bitirdiği gibi bitirelim:

İşçilerden biri yemekte "bize nankör diyen kendi zenginliğine baksın" demişti. İşte bu ses örgütlü çıktığında patronların eli ayağı birbirine dolanıyor. O sesi daha da büyüteceğiz.

  • 1. Peki neden bu ‘tercihler’ değişmiştir? Neoliberal dönemin başlamasına sebep olan iktisadi sebep ve süreçler esas konumuz değil, fakat Marx’ın öne sürdüğü kâr oranlarının düşme eğilimi yasasının kendini dayatması ve bu eğilimi ters çevirmek için sermaye sınıfının aldığı tedbirler en önemli etkendir. Bu tedbirler, yani Marx’ın kullandığı tabirle ‘karşı eğilimler’ arasında ülkemiz Türkiye’de de uygulanan genel olarak emeğin ve ücretlerin baskılanması, piyasa ve sermaye lehine serbestleşme, özelleştirmeler yer almaktadır. Tabi ki bunların hayata geçirilmesi için gerçekleştirilen askeri darbeler, sağcı hükümetlerin iktidara ge(tiril)mesi, sosyal demokrasinin sağa çek(il)mesi gibi siyasi süreçler hesaba katılmadan bütünlüklü bir değerlendirme yapmak mümkün değil.
  • 2. Oxfam verilerine göre ise bu oran yüzde 41 civarında.
  • 3. Geriye kalan yüzde 5’lik kesimin ise büyük bir kısmı mikro, küçük ve orta ölçekli işletme sahibi. Ama esas pastayı götürenler de bunların küçük bir kısmı. Bu iliğimizi sömüren azınlık için bkz. https://www.youtube.com/watch?v=RnAeHvjVYxw