Seksenli yıllarda büyüyen kuşağın müzikal tedarikçisi, Shetland kazak giyerek müzik dinlemiş kuşağın gizli öznesi, “bugün platomuzda ne var” sorusunun ilk elden sahibi… Plak arşivlerinin Dustin Hoffman’ı, rock mahallesinin Küçük Dev Adamı… 3,5 onluğu devirmiş efsane radyo programı Stüdyo FM’in esas oğlanı Yavuz Aydar…
Devlet memurluğundan radyo yıldızlığına giden yolda sanırsınız ki The Buggles “Video Killed Radio Star” şarkısına ona yazmış.
***
Sessiz ve ufak tefek ama Yeni Karamürsel sepeti değil. Öyle kolaylıkla yola girmeyecek, ele avuca sığmayacak biri olduğunu ilk fark edenler, öğretmenleri. Atatürk Lisesi İktisadi Ticari İlimler Akademisi’nden tescilli devamsız. Dokuz yılda mezun olabilmiş. Ne yapsın ki, konular kazık mı kazık, zaten pek de hazzetmiyor. Yoruma dayalı ekonomi dersleri ruhunu karartıyor. Bir de üstüne üstlük babasını kaybedince iyice hayatın yükünü omuzlarında hissediyor.
Doktor amcasının çevresi geniş; bunu tuttuğu gibi Ankara Radyosunda ayrıca (Ispartalı teknik ressam olan) babasının da çocukluk arkadaşı Faruk Güvenç’in yanına götürüyor. İşte oracıkta yazılıyor kaderine TRT’ci olmak. Hem de sınavsız, mınavsız… Zira o sıralar kurumu büyütüyorlar, genel müdür Adnan Öztrak personel sayısını arttırmak için başvurulara hayli bonkör cevap veriyor. Yıl 1967.
Bir yandan öğrenciliği de sürüyor, ama askıda. Tembel bir öğrenci olduğunu hocaları gibi kendisi de kanıksamış. Kalabalık içinde sıradan görünmek alışık olduğu bir durum. Boş teneke sanılmaya, onun derdi başka. Özellikle de müzik denince arkadaş çevresinde ilk akla gelen kişi olması tesadüf eseri değil.
Bunun da müsebbibi evdeki o harika sekiz lambalı ahşap salon radyosu. İçinde ne kadar gizemli istasyonlar var; çevir çevir dinle. Bir de babası hayattayken habire eve plak taşıyınca hikâyenin ilk bölümü tamamlanıyor.
Eli koca düğmede, dur kalk döndüre döndüre ilerliyor; nerede müzik duysa orada duruyor. Nispeten az duyan tarafına rağmen, kulağı iyice doluyor, ama en çok da babasıyla birlikte aldıkları “Portofino” 45’liği ile...
Gençliğinin geçtiği Bayındır Sokak’ta, az inletmiyor gecenin ıssızlığını “Aqualung” ya da “Dark Side Of The Moon” albümünden çıkan gürültüyle.
***
O vakitler Ankara İl Radyosu açılmış, amaç çoksesli Batı müziğini sevdirmek, yaymak. Filiz Öktem “İtalya’dan Müzik”, Demet Ekin ise “Hafif Batı Müziği İstekleri” isimli programları yapıyor. Bunlara en çok kim yazıyor sanıyorsunuz!
Faruk Bey -eski programları yayına koyan kişiye verilen adıyla bant muayene memuru olarak çalışan- genç Yavuz’u bir klasik müzik adamı olarak yetiştirmek istiyor aslında. İnkâr etmeye gerek yok, orada ne iş yapsa çok şey öğreniyor Yavuz. Müzik görgüsünü arttırıyor.
Faruk Bey’in yönlendirmesi ile tam karşıda bulunan CSO binasındaki konserleri düzenli olarak takip etmesi istendiğinde de orkestralarla ilgili neredeyse tüm mevzuatı öğreniyor. Bir de üstüne üstlük kültür-sanat camiasının en donanımlı insanlarının arasına karışıyor.
Cüneyt Sermet de Batı Müziği Bölümü’nün şefi. Yavuz’un da gönlü orada, ama Cüneyt Bey huysuz mu huysuz, sert mi sert herifin teki. Öyle hemen her şeye razı olanlardan değil. Kendisine yanaşmaya çalıştıkça “sen biraz daha piş ondan sonra gel” diye başından savıyor bunu her defasında. Bir de başında boza pişirdiği, iyi bir piyanist olsun diye gençliğini haram ettiği bir oğlu var Cüneyt Bey’in. Tam o esnada onun Fransa’da eğitimi için kültür bakanlığından burs çıkmaz mı? Ailecek oraya göçtüklerinde Yavuz’un önünü açacak iki fırsattan ilki doğuyor. İkincisi için -Faruk Bey’in yardımcısı-, Klasik Batı Müziği Dinleyici İstekleri programını yapan ve Yavuz’a “program yap” talimatını veren yönetici Nevin Uluçam devreye giriyor burada. Zira Nazan Çulha hanımefendinin hamile kalarak izne ayrılmasıyla doğan boşluk tam bir fırsata dönüşüyor. Bu programı Yavuz’a veriyorlar, üstelik sadece bunu değil yanında eşantiyon olarak bir program daha.
***
Paldır küldür arşive iniyor bizimki can havliyle, başlıyor tozlu rafları eşelemeye. 1950’li yıllara ait ne kadar plak varsa hepsini hatmediyor, kıvrana kıvrana. İkinci programın adının Yeni Plaklar olmasına karar veriyor. Bu konu için de en çok Unkapanı’ndan gelen yeni promo 45’liklere güveniyor. Farklı bir şeyler yapacağına dair güvencesi, diğer yapımcıların en popüler şarkıcıları çalması, diğerleri ile ilgilenmemesi. Bir de İtalya’dan Müzik adlı bir program için kolları sıvıyor. Herkesin RAI televizyonunun programlarını, Pepino Di Capri, Dalida, Milva gibi şarkıcıları kurtarıcı olarak gördüğü zamanlarda bizimkinin gözü bilinmeyen, gün ışığına çıkmamış küçük isimlerde. 1969 yılının sonunda bu plaklarla yapıyor 30 dakikalık bu programı.
Bu arada Hafif Batı Müziği Dinleyici İstekleri programına da bir yenilik getirmiş, sürenin sonuna yaklaşırken her defasında iki yeni şarkı dinletmişti dinleyicilerine. Bundaki maksat radyonun mektup alan tek programı vasıtasıyla başka bir nabzı tutmak. Tam da düşündüğü gibi oluyor ve çuvallar dolusu mektup yağıyor; insanlar yeni şarkıların adını ve sanatçılarını soruyor, bazılarını tekrar tekrar çalmasını istiyorlardı.
***
Yerli-yabancı birçok plak artık ilk kez bu alçakgönüllü, sanatçı dostu adamın programında görücüye çıkıyordu. Örneğin ilk albümü “Benimle Oynar mısın?”nı çıkaran Bülent Ortaçgil, kendi eliyle getiriyordu plağı çalınsın diye. Türk pop müziğinin yükselişe geçtiği günlerde birkaç hafta üst üste çaldığı Selda nedeniyle sanatçının kendisiyle ahbap olmuş, ama kurumun müfettişleri tarafından da ticari bir işbirliği var şüphesi üzerine soruşturma yapıyor, sonrasında böyle bir şeyin mevzubahis olmadığını anlıyorlardı.
TRT’de personelin bir kısmı memur, bir kısmı da prodüktör. Memurlar prodüktörlerin işini yaptıkları halde statü gereği üvey evlat muamelesi görüyor, prodüktörler ise iyi maaş alıyor. Sonunda Ankara ekibi kazan kaldırıyor, ardından İstanbul ve İzmirliler de geri kalmıyor. Dirence karşı koyamayan yönetim, uzun bir eğitim sürecinin sonunda bir prodüktörlük sınavı açmaya karar veriyor. Muammer Sun, İlhan Usmanbaş, Gültekin Oransay gibi değerli isimler dersler veriyor; pikap kullanmadan elektronik müzik tarihine kadar bir dizi konuda canlarına okuyana kadar eğitiyorlar bu 25-30 memuru. İçlerinden -biri Yavuz olmak üzere- sadece yarısına yakını bu zorlu sınavı geçiyor ve prodüktör oluyor.
Evet, para iyileşiyor ama portakalı posası kalmayana kadar sıkmayı iyi beceren devlet bunun karşılığını fazlasıyla almayı ihmal etmiyordu. Yükleri öyle bir artıyor ki, Yavuz aynı anda beş program birden yaptığını bile anımsıyor.
***
1976 yılında gittiği askerlikten 1978 yılında döndüğünde kendini yeni dönem için planlama toplantısında buluyor. Tüfek çatarken biriktirdiği tüm enerjiyi artık buraya boşaltabileceği düşüncesiyle. O hızla canlı program önerisinde bulunuyor. Zaten hep duyuyordu, kendi türündeki programlar, öyle TRT tarzı coğrafya öğretmeninin ders anlatması gibi hazırlanmış metinlerle olmuyor, hepsi batı radyolarında canlı yapılıyordu. Önce kafasına koyduğu program için haftanın yedi gününü arzuladı ama gerçekçi değildi, hangi vakit plak kovalayacaktı ki?
Beş günde karar kılınıyor. Partner olarak da Şebnem Savaşçı uygun görülüyor. 3 Eylül 1978 Pazar akşamı ilk program başlıyor, heyecandan dizler titreye titreye; hem de Türk ahalisi tam da çekirdek çıtlaya çıtlaya Dallas dizisini izlerken.
Bob James’in Bizet yorumundan oluşan cingılın çalınmasının ardından, mikrofonun açılmasıyla birlikte ne heyecan kalıyor, ne kaygı. Birbirinin peşi sıra geliyor ilk programda Weather Report, Wings, Supertramp, Omega, Jethro Tull ve Rolling Stones parçaları. Tek sorun platonun biraz uzak oluşu nedeniyle her anonstan sonra plağı tıngırdatmak için yerlerinden kalkarak kolu indirmek zorunda kalmaları oluyor. Derde bak, bu kadarına can feda!
Tahminlerin çok üzerinde mektup alıyorlar; ezici çoğunluğu “işte pop müzik programı böyle olur” türünden övgüler içeriyor. Arkadaşı MFÖ’nün Özkan’ı bir gün takılıyor: “Evde kaset kalmadı oğlum! Nereden buluyorsun bu plakları?”.
***
Haftada bir günle başladıkları programı, 1979 yılında hedefledikleri üzere haftada beşe taşıyorlar, ama sadece bir yıl dayanabiliyorlar bu tempoya. Abisinin Amerikalardan gönderdiği plaklar falan kar etmiyor, bir yandan ciddi malzeme sıkıntısı çekerken, öte yandan kollarını kaldıracak halleri kalmıyor. Bir de şehrin az sayıda ithal plak getirip pahalıya satan iki plakçısını -Kızılay’da Tansel ve Soysal Pasajı’nda Cemil’i- ikna ediyor, plakları bir günlüğüne ödünç alarak Radyoevi’nde banda kopyalayıp, ertesi mutlaka iade edeceğine. Yavuz’a daha sonraki yıllarda arşiviyle açık destek verenlerden biri de TRT’de yıllarca dış yapımcı olarak “Rock Efsaneleri” programını yaptıktan sonra kendisi gibi kapı önüne konan dinozor rock müptelası Bora Çetin oldu. Mamafih bunların hiç biri kar etmiyor; 1980 yılında hafta üçe iniyorlar.
O esnada ünlü BBC yapımcısı Brian Matthew, 11 programlık bir The Beatles programı hazırlamış, topluluğun dağılmasının hemen ertesinde. Tabi Avrupa Yayın Birliği üyesi oldukları için tüm kayıtlar geliyor BBC’den. Bunu TRT’de yapmayı aklına koyan Yavuz, tüm bölümleri kasetlere çekerek -kurumdan çıkarttığı bir ödenek karşılığında- yeğenine çevirttiriyor. Bunun için yaklaşık sekiz ay boyunca çalışmış çabalamış, çevrilen metinleri senaryolaştırmış -evinin salonuna kurduğu dev Ampex marka makara teyp ile boğuşarak- arkada çalınan The Beatles parçalarının üzerinde monte etmişti. Bu çok özel The Beatles seri programı 1979 yılında yayınlandığında büyük ilgi uyandırmış, tekrarını isteyen yüzlerce mektupla onurlandırılmıştı. Yoğun istek üzerine -vefatını öğrendiğinde başını masasına vurarak ağladığı- John Lennon’ın üçüncü ölüm yıldönümünde, 1983 yılında tekrarı yayınlandı.
1986 yılında Barış Manço’nun şahitliğinde dünya evine girdi Yavuz, odacının atkısını kravat niyetine boynuna dolayarak. Bunun bir tek anlamı vardı Stüdyo FM için; program artık haftada iki güne inmiş, sadece Cumartesi Pazar yayınlanır olmuştu.
***
Rüyalarında gördüğü konserlerin gerçek olmaya başlaması; hele bir de önünde secdeye vardığı -Chick Corea, Ray Charles, Al Di Meola, Paco De Lucia, John McLaughlin, Bill Evans, Dizzie Gillespie, George Benson, Santana gibi- efsane müzisyenlerle tanışması, söyleşiler yapması, hatta programlarına konuk alması, başını göğe erdiriyor. Ian Anderson, katıldığı canlı yayında, bir gün sahnede konser verirken fırlatılıp göğsünde patlayan kanlı bir kadın bezi nedeniyle vurulmuş olduğunu zannetmesi hikâyesini ilk kez ona anlatıyor.
Güzel günler çabuk geçiyor. 2010 yılında TRT’den kendi isteğiyle emekli oluyor, hâlbuki bu işlere daha iki yılı varken. İki yılı da dış yapımcı olarak sürdürüyor. Anlaşıldı ki, kurumda niyetler başka. Ankara Radyosu müdürü, belli ki bu işlerden iyi anlayan çok zeki bir adamdı. Dış yapımcı da neydi yahu! Ne gerek vardı. Hepsinin dâhice bir kararla ilişkisini kesiyor kurumla. Neyse ki kendisini unutmayanların henüz eli ayağı tutuyordu.
Fiyasko bir kararla, yoğun siyasi kadrolaşma planlarının bir parçası olarak kapı önüne konmuştu, bir kuşağın efsane yapımcısı.
Hemen bir ay sonra, The Salon’da programa vefa için yapılan gecenin sonunda, “bizde bu programa devam eder misiniz?” demişti, köşede dikkat çekmeden durmaya çalışan, titrek sesli, gözleri saygıyla dolu bakan bir hanımefendi. Müteakip günlerde NTV Radyo’da başladı Stüdyo NTV adıyla, zira kadir kıymet defterini rafa kaldıran bilmeyen TRT, son bir tuhaflığı daha esirgememiş, Stüdyo FM adını kullanmasına izin vermemişti.
Şimdi kendinden olmayanı yok sayan, onun gibileri, bir devrin değerlerini unutturmaya çalışan bir düzende bildiği ve ömrünü verdiği bir işi olabildiğince sürdürmeye çalışıyor Yavuz Aydar, doğup büyümediği bir şehrin radyosunda. Alnına kadar inen beyazlamış lapiska saçları, boynundan eksik etmediği mavi fuları ve sırtından çıkarmadığı blucin ceketiyle, hafızası silinmiş bir dünyanın geçmişine Fransız kalabalığı arasında.