Memleketten çıkmış uluslararası ilk caz solistimizdin, “Sevda” albümünde geleneksel Türk müziği ile cazı buluşturan ilk isimdin, Okay Temiz ile.
Hepimizin büyüğüydün ama hep çocuksu bir muziplik içindeydin Maffy Abi. Başında kasket, yüzünde eksik olmayan bir tebessüm; nasıl da keyifle anlatırdın...
Askerden döndüğünde almıştın haberi, “Dizzy Gillespie Ankara’ya geliyormuş!” Derhal kalabalık bir orkestra kurmuş, “American Goodbye” parçasını düzenlemiş, karşılama müziği yapmıştın. Arkanda kızlı erkekli kalabalık, ellerinde “Welcome Dizzy Gillespie” dövizi.
Bir tayyare inmişti, pırpırlı... Merdivende krallar gibi karşılamıştınız. Göz göze geldiğinizde 40 yıllık dost gibi ısınmıştınız birbirinize. Amerika’ya döndüğünde “Türkiye’de muazzam bir trompetçi keşfettim, Miles Davis, Roy Eldridge ayarında. Buraya gelecek, caz tahsil edecek” demişti senin için. Kalacağı otele kadar kendisine refakat ederken dostluğunuz pekişmişti. Ankara Büyük Sinema’da üç akşam üst üste vereceği konserlerin ilkinde seni sahneye çağırdığında heyecandan ayakların birbirine dolanmıştı. Bir sigara tablası hediye etmişti, altın sarısı içinde imzası. Sahneden inerken arkandan methiyeler düzmüştü. Altında kalmamak için ona ertesi gün bir köylü çarığı alıp hediye etmiştin. Diyememiştin “bunlar giymek değil, duvara asmak için”. Adam ne bilsin, ayağına geçirip çıkmıştı sahneye.
***
Almanya’dan kontrat gelince 1956 yılında firar etmiş, öncelikle Avrupa atlasını keşfetmiş, 1970’e kadar gelmemiştin memlekete. Köln’de radyo orkestrası ile çalarken iyi para veriyorlardı; hiç kenara koymadın, hepsini yemiş, nasıl olduysa bir vosvos almış, çalmadığın zamanlarda hep geziyordun.
İsveç’te piyanist Francy Boland ile davulcu Kenny Clarke’ın kurduğu, big band’in ilk albümü “Jazz is Universal”ın kapağında sayende Türk bayrağı yer almış, ülke pullarını gösteren ikinci albümde de fotoğrafının üzerinde Türkiye Cumhuriyeti Postaları, altında Ahmet Muvaffak Falay yazıyordu.
Mütemadiyen stüdyodaydın, sayısız plakta çalmıştın. Duyanlar Türk olduğunu öğrendiğinde şaşırıyorlardı. Clifford Brown diyen bile vardı... Seni yaban ellerde dostluğuyla ilk kucaklayanlardan biri Don Cherry olmuştu. Yıllar sonra “Art Deco” albümünde senin için “Maffy” adlı bir parça yapacaktı. Bir de Quincy Jones ile iyiydi aranız. O seni davet etmişti Amerika’ya.
Tam gitmeye niyetlenmişken bir kadın çıkmıştı karşına, flüt çalan, şarkı söyleyen... Âşık oldun, evlendin, bir de oğlun oldu. Ancak gözünü karartıp Amerika’ya gitmiştin. İnince Dizzy’yi aramış, aldığın adrese heyecandan habire “hadi daha hızlı, daha hızlı” diye seslendiğin şoförün taksisiyle vardığında bahçenin sonundaki kapıda seni eşi karşılamıştı. Dizzy’nin seni soktuğu ortamlarda tek beyaz sendin. Ama bir sorun daha vardı, adının onlar için telaffuz edilmesi tuhaftı. “Fak” hecesi yüzünü kızartıyordu. Dizzy’nin önerisiyle adını Maffy yaparak sorunu çözmüştünüz. Orada Miles’ı da tanımıştın ama sevemedin bir türlü o herifi. Kafası hep güzeldi! Yıllar sonra bile, İstanbul’a geldiğinde mutlaka Lale Plâk’a uğrar; vitrini süsleyen posterler arasında Miles’ı arkaya koyar, yerine Charlie Parker’ı öne çıkarırdın.
***
29 Ağustos 1930’da doğduğun Kuşadası’ndan bir kaç yıl sonra Karşıyaka’ya taşındığınızda ablanın piyanosu sayesinde müziği sevmiştin. Sinemaya da meraklıydın, evde duvara yansıtıp filmler oynatıyordun. Okulu oldun olası sevmedin, okula diye kaytarıp arkadaşlarında fuara gidiyordun. O çocuk kalabalığı içinde en afacanı sendin, hep tuhaflıklara ilgi duyardın.
Annen 12 yaşında Kuşadası’nda ziraat müdürü olan babanın yanına göndermiş, İzmir’den gelen bir hocanın kurduğu bandoda ilk kez almıştın sazı eline. Karşıyaka’ya döndüğünde görmüştün esaslı bir bandoyu ilk kez Göl Gazino’nun önünde; beyaz tertemiz takım elbiseli adamlar, bahriyeli gibi başlarında şapkalar, ellerinde çalgılar; nizam intizam içindeler. Onları gazinonun karşısındaki İtalyan Pavyonu’na girerken görmüş, takip etmiştin. Kapı aralığından dinlerken yakalandığın şefe “ben de trompet çalıyorum” dediğinde eline tutuşturmuşlardı aleti. Adının sonradan Fuat Türkoğlu olduğunu öğreneceğin şef seni sevmişti, hele hele önüne koyduğu Arban metodundan istediği tüm si bemolleri güzelce çalınca daha da sevmişti: “Oğlum, sen her gün gel” demesi İzmir Şehir Bandosu’na girmiş olduğun anlamına geliyordu.
Annen sanatlar mektebini bıraktığın için önce üzülmüş ama sonradan gurur duymuştu. Ne de olsa 13 yaşındaydın ve 42 lira aylığın vardı. Her sabah sekizde oradaydın, her ne kadar başlarda ekseri dinliyor olsan da verilen vazifelerin altından başarıyla kalkıyordun. Mahallenizde oturan piyanist Erdoğan Çaplı senin için büyük şanstı, arada bir gidiyordun çalıştırıyordu. Ondan öğrendiklerinle Celal İnce’ye bile eşlik edebilmiştin, dinleyenlerin ağızları açık kalmıştı. Çaplı’nın faydaları bundan ibaret değildi, bir de konservatuara girmiştin. O yıllarda Çaplı ile Ankara Palas’taki düğünlerde balolarda çalmaya da başlamıştın; mambolar, sambalar, tangolar, fokstrotlar... Reis-i Cumhur Orkestrası’nda çellocu Kaya Ertan adlı abinden, Cebeci’de evinde döndürdüğü bir taş plaktan ilk kez caz müziği duyduğunda hepsini unutuvermiştin. Kim olduklarını sorduğunda, hayatının sonuna değin baş tacı edeceğin adamların adını duymuştun: Charlie Parker ile Dizzy Gillespie... Bütün hayatın değişmişti, konservatuar sana bir hapishane gibi görünüyordu.
Artık yoldan çıkmıştın; ellili yılların başlarında Yenişehir’de bir kahvehanede toplanıyor, senin gibi düşünen bir avuç insanla caz çalmaya çalışıyordun. Aralarında Erol Pekcan ile Selçuk Sun da vardı.
1954 yılında yedek subay olarak askere İskenderun’a gittiğinde seni patates soğan soymaktan, gece nöbet tutmaktan müzik kurtarmıştı. İstanbullu bir müzisyenle orkestra kurmuştunuz, Paşa ile hanımı dinlemek için gazinoya geliyordu. Gazino macerası askerden sonra da devam etmişti, Çaplı ile Kilyos Oteli’nde...
1970 yılından sonra Türkiye’ye eşin ve çocuğunla bir Volkswagen minibüsün içinde gelip gitmeye başlamıştın. Buradaki caz müzisyenlerini ufaktan tanımaya başlayınca üzülmüştün. Armoni bilgileri azdı, cazı yanlış çalıyorlardı. Sonraki yıllarda Amerika’da cazı mektepte okuyanlardan da hayır yoktu; senin gibi sokakta öğrenmeleri gerekiyordu. En çok kafana yatanlar Tuna Ötenel, Emin Fındıkoğlu, Nejat Cendeli, İsmet Sıral ile Elvan Arıcı olmuştu.
***
Memleketten çıkmış uluslararası ilk caz solistimizdin, “Sevda” albümünde geleneksel Türk müziği ile cazı buluşturan ilk isimdin, Okay Temiz ile. 2005 yılında İKSV’den Yaşam Boyu Başarı Ödülü aldıktan altı yıl sonra Kuşadası Belediyesi barlar sokağının girişine heykelini dikmişti. Gençlere tavsiyelerin sorulduğunda farkında olmadan “Caz Çok Zor” kitabına isim babası olmuştun.
2019 Kasımında eski güzel halinden çıkarılıp piyasa ortamına dönüştürülen Narmanlı Han’da düşmüş ve iki kemiğini kırdığın için Taksim İlkyardım ve GATA hastanelerinde iki ameliyat geçirmiş sonra salgının ilk günlerinde Darülaceze Kayışdağı yerleşkesine yerleşmiştin. Bir kaç arkadaş konuşurduk, ama “Yüz yaşıma kadar yaşarım” diyordun, ona güvendik, kahretsin ziyareti hep ihmal ettik. Oysa doktorun da “içkiyi bırakırsan neden olmasın, 120’yi bile görürsün” demişti.
O hain Alzheimer ve beynindeki rahatsızlıklar nedeniyle konuşamaz hale geldiğinde bile umutluyduk. Ama 22 Şubat 2022 günü, 92 yaşındayken veda ettin. Şimdi tutku ve inançlarına ilaveten yeni kuşak müzisyenlere örnek olması gereken sempatik kişiliğin kaldı miras bize; bir de elinde trompet varken yüzünden okunan mutluluğu gösteren fotoğrafların...
Hakkını helal et Maffy Abi…
Murat Beşer ([email protected])