Devrimin paradoksu, Cumhuriyet’in ileriye dönük ve halkçı pencerelerine duvar örmek için uğraşan burjuvazinin giderek ağırlık kazanmasıdır.
Bu bir “uzun yüzyıl” aslında. Türkiye’nin modernleşme ve aydınlanma süreci ta 19. yüzyılda başladı. Yani 100 yılı fersah fersah geçiyoruz…
Bu bir devrim midir değil midir diye çok tartışıldı. Bizim ülkemizin ilerleme tarihini, gelişmekte olan burjuva sınıfının halk kitleleriyle kurduğu ittifak üzerinde yükselen klasik bir devrim olarak okumak mümkün olmuyor. Sanmayın ki, bu kendine özgü bir durum. Merkezi devlet yapısının hüküm sürdüğü çoğu toplumda modernleşme tepeden başlamış, reformlar biçiminde ve zamana yayılarak yol almıştır. Uzun yüzyılımız içinde devrimin daha sınırlı bir yer tutmasında şaşacak bir şey yok.
1908 kuşkusuz devrimimizin o güne kadarki her şeyi aşan zirvesiydi. Bu zirveyi aşındıran olgu, Birinci Paylaşım Savaşının da bizde bir “uzun savaş” olarak yaşanması oldu. Dört yıllık Dünya Savaşı topraklarımıza, Trablusgarp’ı hatırlarsak on bir, daha doğru bir tercihle Balkan Savaşından alırsak on yıl durmaksızın akan kanla yansıdı. 1908 Temmuz’unda Meşrutiyet Devrimi ve 1909 Nisan’ında karşıdevrimin bastırılması tartışmasız devrim niteliğindedir. Ama bu moment uzun savaşın kaldırdığı tozun ardında belirsizleşecekti. Arada Osmanlı halklarının birbirine düşürülmesi için tezgahlanan provokasyonlar yaşandı.
Bugünlere esin verense, Kurtuluş Savaşıyla harekete geçip Cumhuriyet’in ilanıyla doruğa çıkan dönemeçtir. Yukarıda değindiğim “tepeden reformlar” asla hafife alınamaz; nice toplumun kaderi bu yoldan değişmiştir çünkü… Ama 1908 ve 1923, “tepeden” etiketli bir çekmeceye kolay kolay sığdırılamazlar.
Halk hareketi anlamında “kitle dinamiği”, kuşkusuz devrimin boyutlarından bir tanesi, belki en görkemlisi. Türkiye’de bunun tarihsel sınırları bulunuyor... Ama devrimin başka boyutları da vardır; sayalım: program, örgütlülük, sınıfsal yapı, uluslararası etkileşimler…
Bunların içinde geleneksel siyaset ve toplum yapısını alt üst eden, Meclis idaresi, Cumhuriyet ve yurttaşlığın inşasını içeren programın önemi AKP karanlığında daha net biçimde gözle görülür hale geldi. Cumhuriyet Devriminin programı, Türkiye toplumunun yirmi yıldır karşıdevrime gösterdiği direncin özünü oluşturuyor. Tam da bu nedenle ülkemiz Atatürk’ün ölümünden 2000’lere kadar Kemalizmin daha devletli bir eksene çekilmesinin ardından, AKP’li yıllarda bir “halk Kemalizmine” sahne olmaktadır.
Yüz yıl önce emperyalizmin bölgemizi paylaşma iştahı, Türkiye devrimini radikalleştirdi. Sosyalizm sayesinde emperyalizme Rusya’dan bir barikat örülmesi, yeni Türkiye’nin varoluş koşullarından biriydi ve bu da ülkeyi sola çekti.
Türkiye kapitalizminin tarihine bu sola açık radikalizmden duyulan endişe damga vurmuştur. Devrimin paradoksu, Cumhuriyet’in ileriye dönük ve halkçı pencerelerine duvar örmek için uğraşan burjuvazinin giderek ağırlık kazanmasıdır. İktidardaki sınıfın Cumhuriyetle hep derdi oldu. Para babalarının kemirdiği zeminden dinci bir karşıdevrim hareketi beslenecekti.
Aydınlanmanın ve halkın örgütlenmesinin önüne geçmek için en sağlam reçeteyi şeriatçı ve faşist akımlar yazdı. Kurtuluş Savaşıyla kendisini yeniden kuran bir toplumun emperyalizme karşı direncini kırmak için onlarca yıldır uğraşıyorlar…
Bugün kendimizi belirli bir netliğe ulaşmış sayabiliriz. “Asansöre binmeseydiniz” diyen gericiler Cumhuriyet düşmanıdır. Tecavüzcüleri salıvermek için canla başla mücadele eden yöneticiler ve hukukçular Cumhuriyet düşmanıdır. İş cinayetlerini kanıksatmaya uğraşan patronlar ve siyasetçiler Cumhuriyet düşmanıdır. Filistin’deki katliamı mazeret gösterip 100.yılı kutlamaktan sıyırdığını sananlar Cumhuriyet düşmanıdır. Kutlamaları halktan kaçırıp salonlara, resepsiyonlara sokanlar Cumhuriyet düşmanıdır…
Yine kesinlikle Türkiye’ye özgü değildir; işçi sınıfı, devrimin bayrağını, onu yük olarak hisseden ve gömmeye çalışan burjuvaziden devralarak yola devam eder. Bizim sosyalist devrim dediğimiz, tarihin bir anında sıfırdan yakılan bir ateş değildir. Burjuvazinin üstüne kül atmaya çalıştığı kıvılcımlardan feyz alır işçiler ve emekçiler. Bizde de öyle olacak. Öyle oluyor da.
Ve ilk bakışta sanılandan çok daha güçlü temellere yaslanıyoruz. Bakın AKP’ye; Cumhuriyet kaçkınlıklarını ilan edemiyor, mazeret arıyorlar. Nafile. Kimseyi inandıramıyorlar!
Bakın kemirgen patronlara; her köşeyi tutmuşlar, ama düşmanlıklarını açık etmek ne mümkün, tersine üstünü örtmek için reklam masrafı yapıp duruyorlar!
Bir de madem halk sokağa çıkacak, onlara içeriksiz pop konseri verelim diyenlere de bakmayı ihmal etmeyin. Mecburlar, Cumhuriyetçi geçinmeye!
Ve bakın memleketin verdiği diğer resimlere. Maça çıktıklarında kendilerini “Atatürk’ün kızları” olarak tanıtanlara. Üniversite yönetimine dilekçe verip ilahiyat değil sosyoloji okumaya geldiklerini hatırlatanlara. Ben denk geldim, Ankara asfaltının kenarında önlükleri ve bayraklarıyla yürüyen sağlıkçılara. Yani Cumhuriyet kutlama yasağını takmayanlara. Reklam sloganlarına değil kendi sözlerine önem verenlere. Resepsiyona çağrılma ihtimali olmayan büyük insanlığa…
Hep birlikte, 1923’ün bıraktığı yerden devam ediyoruz. Yeniden…