'Çeteleşmiş devlet' cezalandırılamadığından Aydın Yenipazar Cezaevi'ne onun sembolü gönderilmiştir.

Vatan yahut Yalıkavak Marina!

Aşağıdaki yazı, yıllar önce bir yayınevinin hakkında açılan davalarla boğuşmaktan yorgun düşmüş “Pike” kitabını yeniden basma önerisi üzerine kaleme alındı. Kitap Mehmet Ağar’ın devlet içindeki maceraları üzerineydi. Kitap her baskısında yoğun bir baskı ile karşılaşmıştı. Hakkında açılan ceza davaları, tazminat davaları kitabın boyunu aşmıştı.

Yayınevi basmadan önce bir hukukçuya danıştı haliyle. Hukukçu eski davaların açılacak yeni davalarda emsal olacağını, büyük olasılıkla o davaların da kaybedileceğini söyledi. Yayınevi basmaktan vaz geçti. 

Bu hafta Sedat Peker’in açıklamaları gündeme düşünce “Pike”yi hatırlayanlar oldu. Baskısı yoktur ve bulmak zordur. 2012’deki bu “Sonsöz” yayımlanamamış bir kitaba ait olmanın ötesinde ülkenin derin gerçekliğine dairdir. Yönetenlerin değiştiği, mafya düzeninin ise baki kaldığı bir ülke gerçekliğidir bu. Bu vesileyle paylaşayım, bende kalmasın istedim. Sonuçta bu tür çalışmalar, kim yazmış olursa olsun halkın malıdır…

***

SONSÖZ YA DA DEVLETİN SOPASI

Bu kitabın son baskısı Susurluk Davası kapsamında hapis cezasına mahkûm olan Mehmet Ağar’ın, Aydın Yenipazar Cezaevi'ne giriş yaptığı zamana denk geldi. 40 yıllık bir tarihin bedeli olarak 14 ay yatıp çıkacak. Bu 40 yıllık tarihe damgasını vuran “İki Mehmet”i yazdığım için bana verilen ceza da aşağı yukarı bu cezaya eşit. Yayımcılarımın iflas etmesine neden olan bir yazar için utanç verici olan tazminat davaları ve cezalarını saymıyorum. Kıt kanaat geçinen bir adam olarak, bu kitaplar nedeniyle birkaç kez haciz memurlarıyla yüzleşmek zorunda kaldım. Hapse alışığız ama bu müflis tüccar muamelesini hâlâ anlayabilmiş değilim.

Şunun için söylüyorum bunları; yazdığımız kişiler “Çemişkezek Kaymakamı” değil. Mehmetlerden biri devletin en ürkütücü kurumlarından biri olan MİT’in içinde “operasyon” elemanı. Diğeri Emniyet’in en tepesine kadar yükselmiş bir bürokrat, adalet bakanı, parti genel başkanı. İnsanların sokak ortasından alıp kaybedildiği zamanlarda, devletin silahını ellerinde tutan kişiler özetle. Haklarında binlerce iddia ileri sürülmüş, onlarca dava açılmış. Biri DAL’da, diğeri Ziverbey’de “Tanrı” olmayı denemiş. Ama “adalet” beni değil onları korumayı tercih etti hep. Örneğin Mehmet Ağar’ı “organize suç örgütü” kurmaktan suçlu bulan yargı, “Ağar’ın organize suç örgütü kurduğu iddiasını” dillendirdiğim için beni de mahkûm etmiş durumda. Nihayet, Ağar içerde ben dışarıdayım, hukuksuzluk ise boylu boyunca ortada uzanmakta. Demek istediğim ya Ağar suçlu ya da ben. Her ikimizin aynı anda, aynı hukuk sistemi içinde suçlu bulunması bu ülkeden başka her yerde imkânsızdır. 

Yine de bu kitabın bu baskısının “kahramanının” içeri düştüğü bir zamana denk gelmesinden hoşnut değilim. Eyüp’te kenar mahallelerde yetiştim, delikanlılık adabını bilirim. “Düşene tekme atmak” bizim en büyük tabularımızdan biridir. Ama öte yandan bu kitabın ilk baskısı, “kahramanının” en güçlü olduğu zamanlarda yapıldığından müsterihim. Üzerinden 10 yıldan fazla bir süre geçmiştir. Pek çok kez ve pek çok kişiden yaptığımın çok tehlikeli bir iş olduğu uyarısı aldım. Bu kitap yayınlandığı süre içinde en çok karşılaştığım soru “korkmuyor musun?” oldu. 10 yıl önce Türkiye’yi yönetenler hakkında yazmak bir cesaret gösterisiydi, hâlâ öyle. Bir farkla, eskiden vuruyorlardı, şimdi içeri tıkıp anahtarı denize fırlatıyorlar.

Eminim, iki Mehmet de ülkeleri için iyi şeyler yaptıklarına inanıyorlardı. Bunun için “devlet için zararlı olanları” ortadan kaldırmak gerekiyorsa kaldırmaya hazırdılar. Kürt, Komünist, solcu, muhalif, önlerine kim çıktıysa ezip geçtiler. Soğuk savaş gereğince şekillenmiş bir iç savaşta bütün bunların mubah görüldüğü bir dönemdi en nihayetinde. Devlet teyakkuzdaydı, ayağının altındaki toprağın kaymasını engellemek için gereken yapılacaktı. Bedeli 1960’lı yılların sonlarından bu yana binlerce faili meçhul cinayet, binlerce kayıp, zulüm, işkence oldu. İçlerinden bazıları, düşman bellediklerinin de bu ülkenin çocukları olduklarını zamanla anladı ama iş işten çoktan geçmişti. Devlet eliyle imal edilmiş bir alacakaranlık kuşağı bütün suçları, bütün hataları gölgelemekteydi.

Devletin suç işlemesi olağanlaşınca, “vatan için kurşun atmayı da yemeyi de” şerefli sayan mafya karakterli bürokratların türemesi kaçınılmazdı, öyle de oldu. Sonra aynı devlet öldürmekle bir yere varamayacağını anladı, sembolik bir otomobilin bir kamyona toslaması ile bir dönemin kapanış çanı çaldı.

E haliyle sıra dönemin kudretli simalarına da gelmişti. 1992'de Erzurum Valisi, Temmuz 1993'te Emniyet Genel Müdürü, Aralık 1995'te Doğru Yol Partisi'nden milletvekili olan Ağar, Mart-Haziran 1996 tarihleri arasında Adalet Bakanlığı, Haziran-Kasım 1996 tarihleri arasında da İçişleri Bakanlığı yaptı. Türkiye siyasi tarihinin en karanlık yılları olan bu yıllarda önemli pozisyonlarda yer alan, adı Susurluk kazası ile birlikte bir kez daha anılan Ağar’ın “derin devlet” denince akla gelen ilk isimlerden olduğu aşikâr. Bilindiği gibi eski kontrgerilla mensupları, dönemin Emniyet Müdürü Ağar'dan emir aldıklarını ya da bazı suçları beraber işlediklerini anılarında anlatıyorlar. Bütün bunlara karşın sistem Ağar’ı hep korumuş dokunulmazlık zırhı ile donatmıştı.

Böyle olunca Ağar’ın 1997 yılında İstanbul DGM Başsavcılığı'nın fezlekesi ile başlayan yargılama süreci, itirazlar, görevsizlikler, temyizler, "yasama dokunulmazlığı" gibi kimi hukuksal engellerden dolayı bir türlü tamamlanamadı.

Bu tamamlanamama halinin arkasında yatan psikolojiyi Ağar şöyle ifade etmişti: "Çok basit bir Susurluk olayı büyütülmüştür… Türkiye burası, 50 bin tane örtülü, açık gizli iş olur." 

O 50 bin gizli işten bazıları kendisine soruldu:

20 Mart 1997 tarihinde mülkiye müfettişlerine verdiği yazılı ifadesinde kayıp silahlar olarak adlandırılan silahların nerede ve hangi amaçla kullanılacağını bildiğini ve bu konuda Korkut Eken’e yazılı bir emir verdiğini ancak konunun devlet sırrı kapsamında olduğunu ve bu nedenle daha fazla açıklama yapamayacağını belirtti.

İstanbul DGM Başsavcılığı Ağar hakkında, Sedat Edip Bucak ile birlikte “Cürüm işlemek için çete kurmak, hakkında yakalama ve tevkif müzakeresi bulunan kişileri yetkili mercilere haber vermemek ve görevi kötüye kullanmak” iddiasıyla 6 yıldan 12 yıla kadar ağır hapis cezasıyla dava açtı. 11 Aralık 1997’de dokunulmazlığı kaldırılan Mehmet Ağar, Anayasa Mahkemesinin itirazını reddetmesinden sonra, 10 Ocak 1998’de DGM’de üç saat süreyle sanık sıfatıyla ifade verdi. İfadesinde, kayıp silahlar konusunun devlet sırrı olduğunu ileri sürdü ve olayların meydana geldiği tarihte bakanlık görevini sürdürdüğü ve bu nedenle de ancak Yüce Divan tarafından yargılanabileceğini söyledi. DGM önce “görevsizlik” ve 9 Temmuz tarihinde Yargıtay 8. Ceza Dairesi’nin kararı bozma kararından sonra da “yargılanmanın durdurulması” kararlarını aldı.

Ağar, 15 Haziran 2000 tarihinde ise "Suç işlemek amacıyla teşekkül oluşturmak" iddiasıyla hakkında oluşturulan Meclis Soruşturma Komisyonu tarafından 8’e karşı 6 oyla Yüce Divan’a sevkine gerek olmadığına karar verilerek aklandı.

DGM ve TBMM Susurluk Kazası Araştırma Komisyonu’nda verdiği ifadelerinde sürekli olarak devlet sırrı olduğu için açıklama yapamayacağını söyledi.

Kasım 2008'de tekrar yargılanmaya başlandı. İlk duruşmaya sağlık sorunları nedeniyle katılamayan Ağar hakkında görevsizlik kararı verildi. Hakkındaki suçlamalar şöyleydi:

1993-1996 arasında

Cürüm işlemek için silahlı teşekkül meydana getirmek;

Gıyabi tutuklu sanık Abdullah Çatlı'nın saklı bulunduğu yeri bildiği halde yetkili mercilere haber vermemek ve gizlenmesine yardım etmek;

Yasalara aykırı olarak Abdullah Çatlı ve Yaşar Öz'e silah taşıma izin belgesi vermek ve hususi damgalı (yeşil) pasaport verilmesini sağlamak suretiyle görevi kötüye kullanmak.

15 Eylül 2011 günü; Ankara Özel Yetkili 11'inci Ağır Ceza Mahkemesi, Adalet Bakanlığı, İçişleri Bakanlığı, parti liderliği, Valilik ve Emniyet Genel Müdürlüğü yapan Mehmet Ağar'ın "suç örgütü yöneticisi" olduğuna karar verdi ve Susurluk davasında 5 yıl hapse mahkûm etti.

İstanbul Emniyet Müdürlüğü yaptığı dönemde “ölüm timi” kurdurduğu, birçok gözaltında ölüm ve ev baskınından sorumlu olduğu iddiaları ise hiç sorulmadı. Gazetecilere bu olaylar hakkında şunları söylemişti: "Ben devletten çalmadım, kredi almadım, teşvik almadım, banka soymadım, Hazine arazisini yağma etmedim. Ben, devlet nizamına isyan eden bir eşkıya grubuna karşı mücadele ettim. Güvenlik güçlerinin sorumlu bir amiri olarak, hukuk düzeni içinde, kanuni yetkilerimi kullanarak bunların bertaraf edilmesinde görev aldım. Bununla da iftihar ediyorum. Geçen süreç, benim bu konudaki haklılığımı ortaya koymuştur." 

Ne var ki, koruduğu devlet, övündüğü işlerin suç olduğuna karar verdi. Cezası semboliktir ama onun inandığı bu yöntemlerin devlet tarafından rafa kaldırıldığının da tescilidir. Özel timcilerle çıkılan “eşkıya avları” devlet tarafından “organize işler”den sayılmaktadır artık.

Bir de konuyu yakından takip edenlere özel not: AKP dönemi başlayıp da eski rejimin muktedirleri tasfiye edilmeye başlanınca, iki Mehmet de iktidara yakınlaşmaya çalıştı. Biri bir “camia” ile ilişki kurdu, bildiklerini o camianın yargıdaki tasfiye memurlarına anlattı. Diğeri, doğrudan iktidar partisine desteğini açıkladı, Başbakan’ın ülkenin önemli sorunlarının çözümü için “son şans” olduğunu ilan etti. Karşılıkları alınmıştır… 

KARAR

Dönelim Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesinin, Mehmet Ağar'a, ''Susurluk davası'' kapsamında, ''cürüm işlemek için silahlı teşekkül oluşturduğu ve yönettiği'' gerekçesiyle verdiği 5 yıllık hapis cezasının gerekçeli kararına.

Karar göre Ağar, cürüm işlemek amacıyla kurulan silahlı bir örgütün yöneticisidir. 

Emniyet teşkilatında görevli olan teşekkül mensupları, terörle mücadele adı altında yola çıkıp, bir süre sonra yasaların kendilerine verdiği yetkileri tam bir sorumsuzluk içinde ve çıkarlarını gözeterek kullandıkları, yanlarına kumarhane işletmecisi, uyuşturucu kaçakçısı, katliam sanığı ve hükümlüsünü de alarak, iş birliği içinde hareket etmişler ve çeteleşme sürecine girmişlerdir.

Ağar, Emniyet Genel Müdürü olduğu dönemde, teşekkül üyelerinden hükümlü sanık Yaşar Öz’ün sahte evrakla nüfuzunu kullanarak serbest kalmasını sağlamıştır. 

Abdullah Çatlı’nın sahte kimlikle silah taşımasına izin verilmesine yardımcı olmuştur. Çatlı’ya yeşil pasaport da Ağar’ın talimatları ile sağlanmıştır. 

Teşekkül mensuplarından, kumarhane işletmecisi ve uyuşturucu ticareti yaptığı iddia edilen hükümlü sanık Sami Hoştan’a da mevzuata aykırı silah taşıma izni sağlanmasına yardımcı olmuştur.   

MİT’çi Tarık Ümit’in otomobilinin 4 Mart 1995 yılında Silivri’de terk edilmiş bulunması ve kendisinin kaybolmasının üzerine başlatılan soruşturmada da teşekkül mensuplarını kollamıştır. 

Ağar, İçişleri Bakanı olduğu dönemde, ihbar üzerine Topal cinayetiyle ilgili gözaltına alınan silahlı teşekkül mensubu sanıkların serbest kalmasını sağlamıştır.

Gerekçeli kararın en önemli saptaması ise şudur: “Suç işlemek için oluşturulan çetelerin en tehlikesi, silahlı emniyet görevlilerinin ve üst düzey emniyet yöneticilerinin verdiği yetkiyi kullanan kişilerden oluşan çetelerdir...

Polis ile devleti özdeşleştiren ilk kişi Napolyon’un polis şefi Fouche’dir. İç savaşların yasasıdır bu, iç savaşta devlet polistir, jandarmadır, hapishanedir, DAL’dır, Ziverbey’dir, falaka sopasıdır.

“Çeteleşmiş devlet” cezalandırılamadığından Aydın Yenipazar Cezaevi'ne onun sembolü gönderilmiştir. Bu çalışmanın tezi de budur; biri hükümlü iki Mehmet, son kırk yılın devletinin yürüyen sembolleridir.

25 Nisan 2012