Mülkiyet ilişkilerini, ekonominin yapısını kökten dönüştürecek 'yeniden inşa', belki de daha kolay olacaktır.  

Sermaye hareketlerinin denetlenmesi

Sol iktisatçılar AKP-sonrasının ekonomi politikalarını tartışıyorlar. Saray iktidarının ekonomide izlediği tutarsızlıkları, yalpalamaları eleştirmenin ötesine bakıyor; liberal çevrelerden ayrışıyorlar. 

Liberal çevrelerde neoliberal modelin (Kemal Derviş veya Ali Babacan tarafından temsil edilen) “fabrika ayarlarına” dönme özlemi yaygındır. 

Sol, finans kapitale katıksız teslimiyet içeren neoliberalizmi elbette reddetmektedir. Orta dönemde bir “onarım aşaması” gerekiyor. Emekçilerin toplumsal bunalımını aşmayı; dış bağımlılığı gidermeyi hedeflemelidir. “Yeniden inşa”, bu geçiş dönemini izleyecektir. 

Orta dönemin politika araçlarından biri üzerinde durmak istiyorum: Sermaye hareketlerinin denetlenmesi… 

Niçin gerekli?

Neoliberal mahkumiyetten onarım aşamasına geçişte ilk adımlardan birinin sermaye hareketlerinin denetlenmesi olduğunu savunuyoruz. Niçin gerekli? 

Ayrıntılara ileride gireriz; şimdilik Oğuz Oyan’ın gerçekçi ve özlü yanıtına bakalım: “Sermaye kontrolleri olmadan, içerde çubuğu emek lehine bükecek iktisat politikası kararları alınamaz, alınırsa da uygulanamaz. Örneğin bir servet vergisi, döviz garantili girişimlerin kamulaştırılması olanaksıza yakındır…” (Sol Portal, 26 Kasım 2021).

Bu tespit, sermaye hareketlerinin 1989’da serbestleşmesinden 32 yıl sonra yapılmıştır. Kritik sakıncalara dikkat çekiyor: Dış kaynaklara bağımlılık iktisat politikalarını neoliberal çerçeveye yerleştirmiş; emek aleyhine, sermaye lehine sistematik sonuçlar yaratmıştır. Bu modelden uzaklaşma, sert yabancı sermaye çıkışlarına yol açar. Çevre ekonomilerinin neoliberal dönemde yaşadığı tipik krizlerden biri patlak verir.  

Bugünlerde Bakan Nebati’nin yakınır göründüğü neoliberal model bu yüzyılın başında bir IMF programı ile oluşturulmuş; AKP tarafından uzun süre sadakatle uygulanmıştı.

Malum sonuçların bir bölümünü hatırlatayım: Sendikalaşma oranları erimiş; işçi sınıfının neredeyse yarısı asgari ücretlere mahkûm olmuştur. Madalyonun diğer yüzü   de var: Kamu varlıkları sınırsızca özelleştirilmiş; önemli bölümleri “ucuza” yabancı sermayeye peşkeş çekilmiştir. Son 32 yılda sermaye çıkışlarının tetiklediği beş kriz de unutulmamalı. 

Ne zaman?

Bu ortamda sermaye kontrolleri ya “gecikerek”, ya da “peşinen” uygulanacaktır. Gecikerek; yani, bir kriz ortamında yabancı sermaye çıkışlarını frenleyerek… Çoğu kez bir dış borç krizinde gündeme gelir; boyutları, sonuçları öngörülemez. Alacaklılarla müzakere gerekir. IMF devreye girmişse, “geçici olmak koşuluyla” sermaye çıkışlarının denetimine “yeşil ışık” yakabilir. Dış borçlar, zaman içinde “kemer sıkma” yoluyla ödenecektir. 

Gerçekçi çözüm, sermaye hareketlerinin denetimini “peşinen”; bir kriz öncesinde düzenlemek, makro-ekonomik politikalarla bütünleştirmektir.  Türkiye, bu fırsatı birkaç kere yakalamış; ama kaçırmıştır. 2001 akla geliyor; ama o tarihte dış borç krizi patlak vermişti.  IMF, Türkiye’deydi. Başbakan Ecevit krizin arifesinde bankalarımızın dış borçlarını Hazine garantisi altına aldığını IMF’ye duyurmuştu.  

Daha uygun bir ortam 1997’dir. 1990-1997’de Türkiye ılımlı (%4,4’lük) bir tempoyla büyümüş; cari işlem açığı/GSYH oranı binde sekiz (%0,8) oranında seyretmişti. Sendikalar güçlüydü. Koalisyon hükümetleri enflasyona karşı emek gelirlerini güvenceye almaktaydı. Bir “onarım” hamlesinin ideal ortamı… Sola dönük bir iktidar için, emek gelirlerini koruyan; dış denge koşullarında büyümeyi sağlayan, sermaye hareketlerini denetleyen bir “geçiş modeli” fırsatı…

Sermaye çevreleri tehlikeyi fark etti. Mesut Yılmaz hükümeti, ekonomik bir gereksinme olmadığı halde Haziran 1998’de IMF ile 18 aylık bir Yakın İzleme Anlaşması imzaladı. Daha sonra stand-by kredileriyle bütünleşen IMF gözetimi 2008 sonuna kadar kesintisiz sürdürülecektir.

Kapsamı? 

Bu tespitler, yabancı sermayenin yarattığı sorunlar ve denetimi ile ilgilidir. Sermaye hareketlerinin serbestleşmesi, “yerli burjuvazileri” (şirket, banka ve rantiyeleri) de kapsar. Devlet de şirket veya rantiye gibi davranır. Yerli sermaye hareketlerinin denetimi de gerekecektir.

Yerli sermaye hareketlerinin yarattığı sorunlar Aralık 2021 döviz krizine kadar ihmal edildi. Ahmet Haşim Köse, 2018 sonrasına odaklanıyor; önceki dönemi de kapsayan ilginç, önemli tespitler yapıyor (Ayrıntı Dergi, 15 Ocak 2022). Aktarıyorum:

“Borçlanma yazınında ‘ilk günah’ olarak tanımlanan döviz cinsinden iç borçlanmanın 2018’de başlaması, 2010 yılında terkedilen eski günaha çaresizlikle geri dönüştür. Bir devlet kendi ulusal parasıyla vatandaşlarıyla ‘ödünç anlaşması’ yapamıyorsa para otonomisini yitiriyor demektir. Türkiye’nin parasal sistemi çoktan küresel sermayenin denetimine teslim edilmiştir.”

Ahmet Haşim bu tespiti, para arzı ve vadeli mevduat içinde döviz toplamlarının payını aktararak destekliyor: Döviz, Türk lirası toplamlarını açık-ara aşmıştır.  Bu durum, “bir tür ‘çift para’ sisteminin egemen hale geldiğini göstermektedir.” 

Uzun dönemli sonuçlar söz konusudur: “Çift para sistemlerinde uzun dönemi hedefleyen bir iktisat politikası mümkün değildir… Yabancı bir para birimiyle program kurmak doğrudan dışa bağımlı olmaktır… Tüm neoliberal iktidarların bu ‘günahta’ payı var… Bulunduğumuz eşik, Türkiye kapitalizmin yapısal kriz eğiliminin sürüklendiği bir noktadır. Böylesi bir eğilimin varlığında kısa dönemli politikalarla ‘istikrar’ aramak mümkün değil.”

Köse’ye göre bugünkü temel politika önceliği “emekçi sınıfların bu iktidar dönemi içindeki kayıplarını telafi edecek bir bölüşüm programıdır”. 

Dolarlaşma da sınırlandırılmalıdır. Bu, yerli burjuvazilerin döviz işlemlerinin, sermaye hareketlerinin denetlenmesi anlamına gelir. “Merkez Bankası ve Hazine arasındaki ilişkinin ulusal parayı güçlendirecek şekilde yeniden tasarlanması” böylece mümkün olur.

Öncesi ve güçlükleri…

Ahmet Haşim Köse’nin “tüm neoliberal iktidarları” sorumlu gösterdiği “ilk günah”, 1989’a uzanır; serbestleşen sermaye hareketlerinin kapsamı ile ilgilidir. Bu karar, 1989’da ücret ve maaşların “sıçraması” sonunda alındı. Maaş zamlarının yükselttiği kamu açıklarının finansmanı, bankaların dış borçlanması ile karşılandı. Yüksek enflasyon faiz oranlarını tırmandırmış; devletin faiz ödemeleri bazı yılarda vergi tahsilatına ulaşmıştı. 

Yüksek iç kredi faizleri, şirketleri de dövizle borçlanmaya yönlendirdi. Rantiyelerimiz de frenlenemezdi. Kasalarda saklanan dolarlar, döviz mevduat hesaplarına dönüştürüldü. Şirketlerin de kısmen rantiyeleştiği bir dönemden geçiliyordu; bazı yıllarda faiz gelirleri işletme kârlarını aşıyordu. Döviz mevduatı şirketler için de ek bir çekim alanı oluşturdu.

Otuz yıl önce devlet, vergileme yerine, dış kredi alan bankalardan borçlanarak bütçe açığını kapatmaya başlamıştı. 2018’de yerli rantiyelerden de dövizle borçlanmaya başladı. Tarih anlamlıdır; TCMB’nin “buharlaşan” rezervlerine eklenmelidir. Bozulan ortamda “kötü niyet” bile akla gelebilir: Gerektiğinde borç toplamı TL ile ödenir; özel sektörün döviz tasarrufları da Hazine rezervlerine dönüşür…  

Bu adımların her biri, Köse’nin vurguladığı “çift para sistemi”nin aşamalarını oluşturdu. Batı iktisatçıları “ilk günahı” arıyorlar. Uzağa bakmasınlar: “Günah”, finans kapitalin, yani emperyalizmin özündedir. 

Daha da önemlisi, Türkiye’nin saplandığı “çift para sistemi”, uzun vadeli perspektifleri kösteklemektedir. Sermaye hareketlerinin denetimi, ulusal paraya dayalı ve dış bağımlılığı hafifletecek bir planlamanın gerekli koşuludur. Ne var ki, yukarıda betimlenen her aşama, bankalarda, rantiyelerde, devlette belli biçimlerde bağımlılık yaratmıştır.

“Düzeltme” hamleleri direnmeyle karşılaşacaktır. Şirketler ve bankaların, yani kapitalizmin direnmesi… “Rantiye” grupların içinde beyaz yakalı emekçiler, profesyonel meslek sahipleri, küçük burjuva katmanlar da yer alır. Bazıları sola dönük iktidarların destekçileri… Sayısal olarak önemli, kamuoyunda etkili bir toplumsal grup… Sermaye hareketlerinin denetimi, döviz mevduatını TL’ye dönüştürmeden gerçekleşebilir mi? 

Dış dünya son kırk yılda fazlasıyla değişmiş; neoliberalizm, toplumsal yapımızın tüm hücrelerini zehirlemiştir. Salt onarım aşaması bile ciddi iç ve dış engellerle karşılaşacaktır. Mülkiyet ilişkilerini, ekonominin yapısını kökten dönüştürecek “yeniden inşa”, belki de daha kolay olacaktır.