'Kapitalizmle İslamcılığın bu bütünleşmesi, sınıf mücadelesiyle laiklik mücadelesini, laiklik mücadelesiyle sınıf mücadelesini birbirinden ayrılmaz bir bütünlük haline getiriyor.'

Menzil’den Finlandiya’ya, şeyhin cenaze töreninden NATO zirvesine

Menzil Şeyhi “Gavs-ı Sâni” Abdülbaki Erol 12 Temmuz günü öldü, ölümünden saatler önce Erdoğan Litvanya’daki NATO zirvesinde İsveç’in NATO üyeliğine sürpriz bir zamanlamayla onay verdi. Beklenti pazarlıkların bir süre daha devam edeceği yönündeydi ama Erdoğan’ın acelesi vardı. 

Menzil, Nakşiliğin Türkiye’deki cemaatlerinden biriydi ve o da diğer birçok cemaat gibi AKP döneminde ihya olmuştu. Erdoğan’ın içinden çıktığı Milli Görüş hareketi ise Nakşiliğin İskenderpaşa Cemaati içerisinden çıkmıştı; cemaatin şeyhi Mehmet Zahit Kotku, Erdoğan’ın hocası olan Erbakan’ın hocasıydı. 

Türkiye’de İslamcılık bir “esnaf ideolojisi” olarak şekillendi. İslamcı tarikat ve cemaat ağları esnaflıktan şirketleşmeye doğru yaşanan dönüşüme paralel bir şekilde yaygınlaştı; yani Türkiye’nin kapitalistleşme süreciyle İslamcılığın bir güç haline gelişi eş zamanlı bir şekilde söz konusu oldu, ortaya adeta varoluşsal bir ilişki ortaya çıktı. Erbakan’ın siyasete girişi ve yükselişi ticaret odaları üzerinden gerçekleşti, “Gümüş Motor”u şeyhi Kotku’nun tavsiyesiyle kurdu, çok geçmeden Menzil ve hemen hemen bütün tarikat ve cemaatler de aynı yoldan ilerleyip şirketleşecekti.  

Ancak İslamcılığı, tarikatları ve cemaatleri ve genel olarak Türk sağını bugünlere getiren esas olgu devletin siyasi tercihleri oldu. O tercihlerin gerisinde de elbette ki antikomünizm ve sol düşmanlığı bulunuyordu. Erdoğan’ın Necip Fazıl ve Erbakan’ın rahle-i tedrisatından geçtiği ve İslamcılığın yükselişe geçtiği 70’ler Türkiye’sinde sola karşı ülkücülük de İslamcılıkla buluşuyor, çok sayıda ülkücü Menzil köyüne şeyhin elini öpmeye gidiyordu. 

Aynı yıllarda komünizmle mücadele adına ve Soğuk Savaş konseptine uygun bir şekilde, NATO dünyanın çeşitli ülkelerinde illegal oluşumlarla işbirliğine gidiyor, solun yükselişine karşı üye ülkelerde kontrgerilla yapılanmaları oluşturuyor ve sabotajlar, siyasi suikastlar, kitle katliamları gerçekleştiriyordu. İslamcılık ve ülkücülük, birer sokak gücü olarak Soğuk Savaş’ın, emperyalizmin, NATO’nun ve antikomünist devlet aklının elinde büyütüldü, yetiştirildi, palazlandırıldı. 

24 Ocak Kararları’nı hayata geçirmek için gerçekleştirilen sermaye darbesinin, yani 12 Eylül’ün ardından tarikat ve cemaatler kendilerini hızla neoliberalizme uyarladılar ve şirketleşmeye hız verdiler. Evren-Özal ikilisinin önünü açtığı yeşil sermayenin finansman kaynağı ise önce tarikat ve cemaatlerin üyeleri, sonra da devletti. Yeşil sermayenin şirketlerinin çoğu KOBİ niteliğindeydi ve “ihracata dayalı birikim rejimi” uyarınca ihracata yönelmişlerdi. Dolayısıyla İslamcılıkla ihracatçı Anadolu sermayesi 80’ler ve 90’lar boyunca iç içe geçmeye, siyasi ve ekonomik olarak aynı yerden beslenmeye başladı. 

Erdoğan 17 Haziran’da Türkiye İhracatçılar Meclisi’nde yaptığı konuşmada “Siyasi mücadelemiz boyunca ihracatçılarımızı hep yol ve dava, kader arkadaşlarım olarak gördüm. Hangi görevde olursak olalım sizlerin meseleleriyle yakından ilgilendik. Gönlümüzle birlikte kapımızı da sizlere ve temsilcilerinize açık tuttuk” derken demagoji yapmıyor, hakikati dile getiriyordu yani. 

Tekrar Menzil’e dönelim. Menzil için “cemaat” yerine aslında “holding” tabirini kullanmanın daha isabetli olduğu şeyhin ölümüyle birlikte bir kez daha görüldü. Gıda, sağlık, turizm, eğitim alanında çok sayıda şirket elbette ki “Gavs”ın ve ailesinin yönetimi altında bir tür aile holdingi gibi hareket ediyor, İslamcılıkla kapitalizmin sentezinin mükemmel bir örneğini veriyordu. 

Ancak meselenin uzandığı başka bir yer var ki bu sentezi anlamak için asıl oraya bakmamız gerekiyor: Menzil’e bağlı TÜMSİAD adlı “Sivil Toplum Kuruluşu”na… Açılımı “Tüm Sanayici ve İşadamları Derneği” olan bu STK kendisinden “üye yapısının ağırlığını KOBİ’lerin oluşturduğu bir iş adamları derneği” şeklinde bahsediyor ve “özellikle KOBİ ölçekli işletmelerin ihracatta büyümesi için çalışmalar yapma”nın temel amaçları olduğunu söylüyor. Derneğin tüzüğünde ise küresel kapitalizmin diline uygun bir şekilde şu ifadelere yer veriliyor: 

Ülkemizde hak ve adalet ölçülerine dayalı serbest ticaret kurallarının yerleşmesi ve ülkemizin insan çevre ve doğal kaynaklarının teknolojik yeniliklerle desteklenerek, hem ülkemiz hem de dünya insanlarının faydalanması adına, tüm ekonomik varlıkların en etkin biçimde kullanımı için sürekli olarak verimli ve kaliteli üretimini ve dağıtımını sağlayacak çevreye uyumlu ortamların teşkil edilebilmesini ve rekabet edilebilir halde bulunmasını hedef alan politikaları destekler.

Serbest ticaret, rekabet, etkinlik, verimlilik… Türkiye İslamcılığının, tarikatların ve cemaatlerin sahip oldukları şirketlerle ihracata dayalı birikim rejimi üzerinden küresel tedarik zincirlerine nasıl eklemlendiğine, küresel neoliberalizmin dilinin bu coğrafyaya nasıl tahvil edildiğine, İslamcılıkla kapitalizm arasındaki ilişkinin nasıl kurulduğuna dair mükemmel bir örnek var karşımızda; Türkiye’de dinselleşmeyi kapitalistleşmeden ve mevcut birikim rejiminden ayırmanın ve ayırarak anlamaya çalışmanın imkânsız olduğuna dair bir örnek.  

Şimdi tekrar Erdoğan’a ve NATO zirvesine dönelim. Her ne kadar İsveç’in NATO üyeliğine Litvanya zirvesinde onay verilmesi bir sürpriz olarak değerlendirilse de bunun işaretleri birkaç gün öncesinden gelmeye başlamıştı. Erdoğan önce Ukrayna Devlet Başkanı Zelenski’yi Türkiye’de ağırladı, sonra ABD’nin ve NATO’nun bile kurmadığı o cümleyi kurup “Ukrayna NATO üyesi olmalıdır” dedi ve ardından Türkiye’deki neo-Nazi Azov Taburu komutanlarını Rusya ile yapılan anlaşmaya aykırı bir şekilde Zelenski ile birlikte ülkelerine yolladı.

Peki İsveç’in üyeliği de dâhil üç beş güne sığan bu hamleleri niye yaptı? Çünkü Türkiye ekonomisi, sınıfsızlıkla malul düşman kardeşler liberalizm ve ulusalcılık istediği kadar görmezden gelsin, ithalatıyla, ihracatıyla, finansmanıyla, uluslararası kurum ve kuruluşlardaki yeriyle Batı’ya bağımlı bir karakter taşımaktaydı ve şu aralar yine bir döviz krizi yaşayan ekonominin ihtiyaç duyduğu sıcak para ancak oradan gelebilirdi. Zaten

Şimşek/Erkan ikilisinin ekonominin başına geçirilmesi de bu sıcak para arayışı ile ilgiliydi ve Erdoğan’ın şu günlerde Arap coğrafyasını gezmesi de yine bu para arayışıyla ilgili. Üstelik anlaşılan bu sefer Türkiye’nin elinde kalan son kamusal varlıklar da birtakım yöntemlerle satışa çıkarılıp Arap sermayesine devredilecek. 
Şimşek/Erkan ikilisi demişken, bu köşede seçimden beri bu ikilinin izleyeceği programı anlatıyoruz. Adına “yoksullaştıran küçülme” dediğimiz bu program özü itibariyle “iç talebin düşürülmesi”, yani kemer sıkma üzerine kurulu. İç talebin düşürülmesinin ise çeşitli yolları var. İşte örneğin döviz kurunun serbest bırakılarak doların 30 TL’ye doğru yürümesi bu yollardan biri. Yerli para değer kaybettikçe hem ihracatçı daha çok ürün satıyor hem de çalışanların alım gücü reel olarak azalıyor. Ancak iç talebin düşmesi için bu yeterli değil; şimdilerde olduğu gibi her şeyin fiyatını artırmak gerekiyor. Bunun için de KDV ve ÖTV artışlarına yükleniliyor. Böylece halkın sırtındaki vergi yükü daha da artıyor, alım gücü giderek düşüyor. 

Türkiye’nin büyük sermayesiyle yani TÜSİAD’la İslamcı sermayenin örgütleri MÜSİAD ve TÜMSİAD’ı birleştiren “ihracata dayalı birikim rejimi” yeterli sıcak para girişinin olmadığı bir konjonktürde, sürekli olarak yerli paranın değerinin düşürülmesine gereksinim duyuyor. Bu ise halkın düzenli olarak yoksullaştırılması anlamına geliyor, kurlar yükseldikçe reel ücretler düşüyor, güya “çalışanları enflasyona ezdirmeme” adına yapılan zamlar daha cebe girmeden eriyor.  

Ancak sadece bu değil, halkın sürekli olarak yoksullaştırıldığı bir birikim rejiminde tepkilerin asgari düzeyde tutulması için kimsenin sesinin yükselmediği, çıt çıkmayan bir “emek cehennemi”nin kurulması gerekiyor. Uzun çalışma saatleri, düşük ücretler, gasp edilmiş kıdem tazminatları, yaygın taşeron ve güvencesiz çalışma üzerine kurulu bu “cehennem”e katlanılması için elbette ki topluma bir yandan sopa gösteriliyor ama bunun yetmeyeceği biliniyor. Tam da bu nedenle tevekküle ve şükretmeye ihtiyaç var ve tam da bu nedenle dinselleşmenin dozajını sürekli artırmak gerekiyor. 

NATO’da “u dönüşü” yapan Erdoğan ve ölen şeyh, İskenderpaşa ile Menzil, NATO zirvesi ile Menzil’deki cenaze töreni, sözde “laik” TÜSİAD sermayesi ile İslamcı MÜSİAD/TÜMSİAD sermayesi, ihracata dayalı birikim rejimi ile içinde yaşadığımız sendikasız, grevsiz emek cehennemi, holdingleşmiş tarikat ve cemaatlerle neoliberalizm, Türkiye kapitalizmi ile İslamcılık, Arap sermayesi ile Batı sermayesi, sıcak para ihtiyacı ile emperyalizme bağımlılık… Hepsi aynı yerden besleniyor, hepsi tek bir fotoğrafa yerleştirilip oklarla birbirlerine bağlanınca anlamlı bir bütünlük arz ediyor, anlaşılır hale geliyor.

Türkiye’de ekonomik sömürüyle dini sömürü hiç bu kadar iç içe geçmemiş, hiç bu kadar yapısal bir bütünlük sergilememişti, Türkiye’nin bugün içinde bulunduğu karanlıktan çıkışı önce bu fotoğrafı doğru bir şekilde okumaktan geçiyor. Kapitalizmle İslamcılığın bu bütünleşmesi, sınıf mücadelesiyle laiklik mücadelesini, laiklik mücadelesiyle sınıf mücadelesini birbirinden ayrılmaz bir bütünlük haline getiriyor. Bu ikisini devrimci bir müdahaleyle toplumla buluşturabilen bir sol siyasetin Türkiye’nin geleceğinde etkili olma şansı bulunuyor, aksi ise mevcut statükonun daha da koyulaşarak devam etmesi anlamına geliyor.