Memleketi sahiplenmeye ve halkın derdiyle dertlenmeye, sevinciyle sevinmeye dair bir irade ise bunun ön koşuludur. Devrimcilik bugün tam olarak budur.   

Koç’un cebindeki el, işçinin makineye kaptırdığı el

Türkiye sermaye sınıfının iki büyük ailesinin mensupları, Ali Sabancı ve Vuslat Doğan Sabancı, lüks tekneleriyle çıktıkları Yunanistan seyahatinde zodyak tipi bir botla Leros Adası’na akşam yemeğine giderken ciddi bir kaza geçirdiler. Çifti yatırıldıkları Amerikan Hastanesi’nde ziyaret edenler arasında Erdoğan da vardı ve Erdoğan’ı kapıda Ali Koç ve Aydın Doğan’ın damadı, Türk Amerikan İş Konseyi Başkanı Mehmet Ali Yalçındağ karşıladı. 

Bu noktaya kadar her şey “normal”di ama Erdoğan’ın hastaneden uğurlanması sırasında ortaya çıkan görüntü yandaş medyada ve troller arasında ufak çaplı da olsa bir gümbürtü kopardı: Takım elbiseli Erdoğan’ın karşısına spor tarz bir kıyafetle çıkan Ali Koç’un eli pantolonunun cebindeydi ve Erdoğan’la o şekilde, gayet rahat bir havada sohbet ediyordu. 

Peki hem Koç’un bu rahatlığının hem de yandaş medyanın ve trollerin (belki Erdoğan’ın da?) meseleyi “cumhurbaşkanına saygısızlık” üzerinden ve bir başkası olsa yapacaklarından çok farklı bir şekilde büyütememesinin gerisinde ne vardı?

Çok basit bir yanıtı bulunuyor bu sorunun aslında: Esas patronun kim olduğunu trollerin de Koç’un da Erdoğan’ın da bilmesi, Koç’un Türkiye sermaye sınıfını şahsında temsil etmesi, sermayenin onda ete kemiğe bürünmesi, o cebindeki elin aslında milyonların cebine uzanması.  

Bir yanda patronların kendilerinin ve halkın cebindeki elleri var, bir yanda ise işçilerin, emekçilerin elleri; “ne pahasına dönerse dönecek” denilen çarklara kurban edilmiş, eller, parmaklar… 

Türkiye’de sermaye düzeninin çarkları ihracat aşkıyla dönüyor. O aşk ise düşük değerli TL’yi, yani halkın alım gücünün sürekli aşağıya çekilmesini, süreklileşmiş yoksulluğu, sendikasızlığı, taşeron ve güvencesiz çalışmayı gerektiriyor. 

Ama sadece bu değil, sermaye Marx’ın yüz elli yıl önce kullandığı vampir metaforuna uygun bir biçimde emeğin boynuna dişlerini geçirerek, onun kanını içerek hayatta kalabiliyor. 

İşçi Sağlığı ve İşçi Güvenliği Meclisi’nin (İSİG) hazırladığı rapora göre, ihracat aşkının Türkiye’ye rol model olarak gösterdiği ve bir süredir her köşesinden grev haberleri gelen Antep’te son 10 yılda en az 427 işçi iş cinayetlerinde yaşamını yitirmiş durumda. 

“Şanslı” olup yaşamını yitirmeyenler ise parmaklarını, ellerini makinenin dişlilerine kaptırıyor Antep’te; çarklar insan parmaklarıyla besleniyor, öyle dönüyor. 

Mehmet Türkmen ve Mazlum Ayçiçek’in Evrensel için hazırladığı dosyaya göre, Antep’in en hızlı büyüyen şirketlerinden biri olan Akınal Tekstil’de, kesin sayı bilinmemekle birlikte son 8 yılda en az 9 işçi parmaklarını ya da ellerini kaybetti. 2017 yılında ise Halil Tapar adlı genç bir işçi makine silindirine sıkışarak yaşamını yitirdi. 

Tüm bunların nedeni esas nedeniyse işçiler üzerindeki üretim baskısı. Elini kaybeden işçilerden Ali Zorkuşçu, “beş dakika hat kopsa kıyamet kopar” diyor verdiği röportajda. Onun elini yitirmesinin nedeni de bu. Elini kaybettiğinde pazar mesaisi yapıyormuş ve o günden önce de tam 28 gün boyunca 12 saatlik gece mesaisi yapmış, o yorgunluğun da kazada büyük etkisi olmuş. 

Ali elini henüz tamamen kurulu olmayan ve çalışmaya müsait olmayan bir hatta kaybetmiş, yaptıkları işin mekanik ekibin elinden geçmesi gerekiyormuş ama kurulum yapılmadan işçilere 12 saat mesai yaptırmışlar. Kazadan önce Ali, şef ve mühendislere durumu bildirmiş ama müdürler “çalışılacak, siparişlerin yetişmesi gerekiyor” diye ısrar etmişler. Eli koptuktan sonra tam 40 dakika ambulans beklemiş, Organize Sanayi Bölgesi’nde zaten hastane yokmuş, kolunu kendisi sarmış, hastanede tam 17 saatlik bir ameliyat geçirmiş ve o gün işletme müdürü kendisine “seni en iyi şekilde tedavi edecekler” demiş, sonrasında ise ne arayan ne soran olmuş.

Ali’nin 40 dakika ambulans beklediği ve hastane olmayan Organize Sanayi Bölgesi’nin girişinde ise bir reklam panosunda şöyle yazıyormuş okuduğumuz haberlere göre: “El Cerrahisi 7/24 yanındayız.” Sermaye düzeni, işçinin makineye kaptırdığı elini de piyasaya ve kâra tahvil etmiş, tam o panoya o ilanı vermekten en ufak bir utanç duymamış.

Ceplerinde ve boğazlarında patronların elleri olanlar, elleri çarklar dönsün diye feda edilenler, emeklerinin ürünü, ürettikleri zenginlik ellerinden alınanlar… 

Bu memleketin gerçek sahipleri oldukları halde parya muamelesi reva görülenler, patronlar rahatça ihracat yapabilsin diye düşük değerli TL’ye, asgari ücrete, yani düşük değerli ve asgari bir hayata mahkûm edilenler… 

Küçük bir azınlığın zenginliğine zenginlik katması için cehennemi bu dünyaya yaşayanlar ve öbür dünyada cenneti görebilmesi için tevekkül etmesi, sesini çıkarmaması istenenler…

Şarkıcı Teoman, iktidara göz kırpma niyetiyle olsa gerek, “Kendi Vatanında Parya” diye bir şarkı yaptığını ve Necip Fazıl’a adadığını söylemişti geçtiğimiz günlerde. Teoman’ın meseleyi anlamadığı çok açıktı ama Necip Fazıl, İslamcılığın mağduriyet edebiyatını besleyecek şekilde paryalığı din eksenine yerleştiriyor, karşısına ise laikliği, modernleşmeyi ve Cumhuriyet’i koyuyor, onunla hesaplaşıyordu.

Oysa Türkiye’de ve dünyada parya muamelesi görenler, bugüne kadar hayatı var ederek omuzlarında taşıyanlar, emeğiyle geçinenler oldu hep. Bugün de “rasyonel” politikalarla, faiz oranlarıyla, kemer sıkma programlarıyla, acı reçetelerle aynı muameleyi görmeye devam ediyorlar.  

Üstelik sadece mavi yakalılar, işçi sınıfının geleneksel kesimleri değil; ofis çalışanları, zihin emekçileri, beyaz yakalılar da köleci bir emek rejiminin içerisinde, asgari ücrete yakınsayan maaşlarıyla hayatta kalmaya çalışıyorlar. 

Geniş kitleler büyük bir hızla yoksullaşıyor, yoksullukta eşitleniyor paryalaşıyor. Çalışma saatleri ve üretilen değer artıyor ama halkın ekmeği küçülüyor, halkın ekmeği küçüldükçe dinci ve milliyetçi hamaset yükseliyor, emeğin sömürüsünün üzerine din istismarı örtülüyor, milliyetçilik örtülüyor.  

Buradan çıkışın ancak ve ancak işçi sınıfının hangi yaka rengine sahip olursa olsun siyaset sahnesine çıkmasıyla, kendisini ortak akla sahip bir özne, yani bir sınıf olarak inşa etmesiyle mümkün olduğunu söylemek defalarca tekrarlanmış bir ezber olarak görülebilir ama bazen ezberler iyidir. 

Cehennemimiz, her iki yakadan işçi sınıfının bir sınıf olarak yokluğudur; onu var edecek olan şey ise kendisine yapılan parya muamelesine itiraz etmesi ve “bu memleket bizim” diyebilmesidir. Bu, bazen greve çıkılan bir fabrikada olur, bazen bir maden ocağındaki direnişte olur, bazen bir voleybol maçı üzerinden dinci gericilikle kavga ederek olur. 

Mesele tüm bunların birer dere misali kendi mecrasında akmaktan çıkıp bir denize dökülmeyi başarabilmesi, ortaya aklı ve yüreği olan bir kolektif gücün çıkabilmesidir. Memleketi sahiplenmeye ve halkın derdiyle dertlenmeye, sevinciyle sevinmeye dair bir irade ise bunun ön koşuludur. Devrimcilik bugün tam olarak budur.