Yani sinir uçları yoklanmalı, tepkiler ölçülmeli ve bir denge anında 85 milyonun el sıkışacağı bir sözleşme yaratılmalıdır… Diğer bir ifadeyle devrimin sathı bir tür yok-yere dönüştürülmelidir.

Karşıdevrimin 'Yok-Yerler'i

Fransız antropolog Marc Augé’nin yazınımıza kazandırdığı, “yok-yerler” olarak çevrilebilecek bir kavram vardır.

Yok-yerler, kabaca anlatacak olursak; kullanılıp geçilmesi dışında özel bir kimlik taşımayan, insanlar için bir kimliğe oturmayan, tabir uygunsa kapitalizmin kullan-at mekanlarıdır.

Yok-yerler, bu düzenin yabancılaştırıcı gücünün “makul” mekanlarıdır.

Mimarlar, bu kavramı tartışmayı sevmişlerdir. Çünkü adı üstünde söz konusu şey “yer”dir, mekandır. Belli bir uzamsallığı ve zamansallığı ifade eder.

Ayrıca “yer” ile “yok-yer”i ayıran neyse, deneyime alabildiğince açıktır. Öyle ki gece yarısı boş bir otobanda giderken, boş bir benzin istasyonunda durakladığınızda veya ıssız bir sokağı, araziyi arşınlarken içinize gelip oturan o tuhaf his, sahipsizlik ve yalnızlık duygusu biraz da bu yerlerin “yok-yer” olmasındandır.

Ne var ki yok-yerler bir sonuçtur. Bu düzenin hızının, zamansızlığının ve hatta mekansızlığının bir ürünüdür.

Karşıdevrim de yok-yerlerle çalışır.

Bir hafta boyunca neleri tartıştığımızı hatırlayalım:

İçki yasağı yoklamalarını, Hüdapar’ın karma eğitim fetvalarını, “85 milyonun benimseyeceği” bir Anayasa için zemin düzleyen türlü müdahaleleri izledik. 

Dahası da vardı. İlk ve ortaöğretimde zorunlu din derslerinin saatleri artırıldı, din görevlilerinin eğitim vermesini öngören ÇEDES Projesi en yetkili ağızlardan savunuldu, tarikat destekçileri köşelerini bu işlere ayırdı.

Halbuki sadece bunlar olmadı.

CHP Grup Başkan Vekili Ali Mahir Başarır’ın laikliğin tabutuna çivi açıklamalarına, Kılıçdaroğlu’nun Hüdapar dostluğuna, Cumhuriyet düşmanı Perinaz Yaman’ın CHP’deki danışmanlığına, Cüneyt Özdemir ve diğerlerinin içki bahsinde atılan adımları göğüste yumuşatma çabalarına tanık olduk. 

Ne dediler? “Bu meseleyi laiklik maikliğe indirgemeyecektik”, Avrupa’da da, ABD’de de aynıları vardı…

Aslında AKP, Erdoğan’ın dediğini yaptı: Muhalefet ölüydü, ölmüş atı kamçılamanın anlamı yoktu. Karşıdevrimin hangi perdesinde kaldılarsa oradan ilerleyecekler yani halk nezdinde Cumhuriyet'in henüz ölmemiş değerlerini kamçılamaya devam edeceklerdi.

Sinir uçlarını test etmeye, alan yoklamaya devam ettiler…

Üstelik bunların baştan sonra bir planla yapılması bile gerekmiyordu. Karşıdevrimin Türkiye siyasal sistemine, kadrolarına, hafızasına yaptığı atışlar belli bir kas hafızası kazandırmıştı. Muhalefetin ağırlığı çöktüğünde başka ağırlıklar devreye girmiş oldu.

Öte yandan bu yoklamalar sonuç verdi. 

Nuray Mert; Cumhuriyet’in kazanımlarını, toplumsal dönüşümlerini ciddiye alın diye diye o kazanımların içinin nasıl boşaltılacağının tipik örneğini sundu. Esasında Nuray Mert, Emine Erdoğan’dan bir “Cumhuriyet Kadını” türetirken Cumhuriyet’in nasıl “yok-yer”e dönüştürüleceğini öğretiyordu.

Evet; AKP’nin karşıdevrimci başarısı, devrimin kazanımlarını kökünden sökme anında gerçekleşmedi. AKP bunun mümkün olmayacağını gördü veya aslında 12 Eylülcü paşalardan öğrenilen dersle devam etti. 

Karşıdevrimin zafer anı, geçmişe dair ne varsa yok edildiği dönemeçte değil; “makul”un üretiminde belli bir aşamaya erişildiği an gerçekleşebilirdi.

Yani sinir uçları yoklanmalı, tepkiler ölçülmeli ve bir denge anında 85 milyonun el sıkışacağı bir sözleşme yaratılmalıdır…

Diğer bir ifadeyle devrimin sathı bir tür yok-yere dönüştürülmelidir.

Türkiye İranlaşıyor mudur? Cumhuriyet orta sınıfın hassasiyeti midir? Merkez Bankası başkanının kadın olması neden kıymetlidir?

İşte bunlar tartışılmalı ve “makul yanıtlar ortaya çıkarılmalı”dır…

Yani Atatürkçülük, laiklik, cumhuriyet, bağımsızlık ve diğer kavramların tartıştırılmasında sorun yoktur. Yeter ki makul olan ortaya çıksın. Yeter ki bu kavramlar “ıssız bir benzin istasyonu”na dönüşsün.

Makul olanın yaratımı, her karşıdevrimin ajandasında vardır. Çünkü makul demek; enerjisizlik demektir, kabul demektir, yalnızlık demektir. Makul yaratılır ve karşıdevrim sahipliğini gösterir.

Ne var ki “Cumhuriyet” henüz bir yok-yer değildir. Cumhuriyet’in bir sahibi olacaktır. O hâlde Cumhuriyet hak ettiği gibi, devrimci bir içerikle tartışılmalıdır. Ve devrimciliğin ilk kuralı makul olanın reddidir.