Tıpkı tarikatlar ve cemaatler gibi Diyanet de neredeyse her gün yeni bir vaka üzerinden toplumdaki kendiliğinden yükselen laik tepkinin hedefi haline geliyor, varlığı sorgulanıyor.

İntihar eden sadece müftü mü?

Diyanet İşleri Başkanlığı’nın mevcudiyeti Türkiye’de Cumhuriyet’in kuruluş yılları da dâhil olmak üzere laikliğin gerçek anlamda hiçbir zaman var olmadığı yönündeki iddiaların temel dayanaklarından birini oluşturur. Buna göre devletin bir dinin belli bir mezhebinin dinsel faaliyetlerini, din adamlarını ve mekânlarını finanse etmesi Türkiye’nin laik bir devlet olmadığını çok net bir şekilde ortaya koymaktadır.

Bu bakış açısı teorik düzeyde bütünüyle yanlış değildir ama eksiklidir ve bizi meseleye tarihsel bir perspektiften bakmaktan alıkoyma gibi bir risk taşımaktadır. Mustafa Kemal’in ve Cumhuriyet’i kuran kadroların Diyanet İşleri’ni devletin içerisine yerleştirmelerinin bir iç mantığı vardır. Saltanat ve hilafet kaldırılırken, tarikat ve cemaatler tasfiye edilirken, tekke ve zaviyeler kapatılırken, modern bir eğitim sistemine geçilirken ve medeni kanun yerleştirilirken, yani din siyasal ve kamusal alandan adım adım özel alana gönderilirken buna bir de dini kontrol etmek, dinde reform yapmak, yeni dinsel örgütlenmelerin ortaya çıkışını engellemek gibi kaygılar eklenmiştir. 

İşte Diyanet’e düşen görev bu olacaktır: Cumhuriyet’in kuruluş felsefesinin Diyanet’ten beklediği şey yurttaşlara “doğru” dini öğretmek, Türkçe ezan ve ibadet örneklerinde görüldüğü gibi dinin ulusallaşmasını sağlamak, çeşitli reform girişimlerine önderlik etmek, tarikat ve cemaatlerin din üzerindeki kontrolünü zayıflatmak vs.dir. Yani meselenin bir boyutunda “laik bir devlet din adamlarını memur yapıp onlara maaş verebilir mi” sorusu vardır ama esas mesele 600 yıllık bir imparatorluktan ulus-devlete, ümmetten ulusa, teokratik bir devlet yapısından laik bir devlet yapısına geçiş yönünde atılan adımlardır ve tüm bunlar sanayisiz, üniversitesiz, bilimsiz, felsefesiz, sanatsız, yüzde 90’ı okuma bilmeyen, feodal ve dinsel ilişkilerin hâkim olduğu bir köylü toplumunda, küçük bir kadro tarafından gerçekleştirilmeye çalışılmaktadır. 

Dolayısıyla Diyanet’in kuruluşuyla laiklik adına atılan adımlar arasında varoluşsal bir ilişki vardır; Diyanet’in zamanla kuruluş misyonunu yitirip laikliğin altını oyan bir kuruma dönüşmesinin nedenlerini ise daha sonraki yıllarda ve Türkiye’nin düzeninin dönüşümünde aramak gerekmektedir. Türkiye’de düzen 2. Dünya Savaşı bitip Soğuk Savaş başlarken emperyalizmle yeni bir düzlemde entegrasyon kararı almış, siyasetin merkezine antikomünizm yerleşmiş, kuruluş felsefesindeki laik ve aydınlanmacı damar adım adım geri çekilirken dinselleşmeye alan açılmaya başlanmıştır.

Tarikat ve cemaatlerin yeniden görünür hale gelmesi, imam-hatip okullarının ve kuran kurslarının yeniden açılması, din derslerinin müfredatta yeniden yer alması, Köy Enstitüleri’nin kapatılması… Bunların hepsi Soğuk Savaş’la birlikte Türkiye yönetici sınıfının yeni yönelimlerinin bir yansımasıdır ve IMF’ye, Dünya Bankası’na, NATO’ya üyelik perspektifinden ayrı değerlendirilemez. Emperyalizmle entegrasyon, antikomünizm ve dinselleşme aynı sürecin birbirinden ayrıştırılamaz parçalarıdır.

Bu sürecin vardığı yerin neresi olduğunu bizzat yaşadıklarımızdan biliyoruz: Sol düşmanlığı adına açılan kapılardan girenler, Menderes’in, Demirel’in, Özal’ın büyük yardımlarıyla bugünlere geldiler; askeriyle sermayedarıyla Türkiye yönetici sınıfının sola karşı yardıma çağırdığı siyasal İslam 2000’lerin başında iktidarı ele geçirmeyi başardı ve 21 yıldır da iktidarda. Bugün gelinen noktada AKP’nin sıradan bir parti olmadığını, rejim inşa eden ve devletleşen, ideolojisini topluma kabul ettirmek için araçlar ve mekanizmalar yaratan, medyasıyla vakıflarıyla kendi networkü olan bir hareket olduğunu görmeden Türkiye üzerine analiz yapılamaz. 

İşte Diyanet’i de bu rejim inşasının, bu yeni devlet mimarisinin içerisine yerleştirmek gerekiyor. Diyanet bugün binlerce camisi, on binlerce personeli ve devasa bütçesiyle “devletin ideolojik aygıtları”nın en önemlilerinden biri konumunda bulunuyor. Rejim topluma Diyanet üzerinden uzanıyor, camiler ve Kuran kursları rejime uygun nesiller yetiştirmenin merkezleri olarak görülüyor, başta Milli Eğitim ve Gençlik ve Spor olmak üzere bakanlıklarla protokoller imzalanıyor, müfredattaki din eğitimi ile Diyanet arasında organik bağlantılar kuruluyor. 

Velhasıl, Diyanet bir “ideolojik aygıt” olarak işliyor ve çoğu zaman da Ali Erbaş üzerinden iktidarın doğrudan söyleyemediklerini söyleme görevini üstleniyor.  

Bunun en son örneğini “cuma namazı” meselesinde gördük. Diyanet’in geçen haftaki cuma hutbesinde “çalışanlarımızın ve öğrenci kardeşlerimizin en önemli farz ibadetlerinden birisi olan Cuma namazını eda edebilmelerine yardımcı olalım. İş yerlerimizdeki mesai saatlerini, okullarımızdaki ders programlarını Cuma namazının vaktine göre düzenleyelim” şeklinde bir çağrıda bulunuluyor, üstelik bunun insan hakları ve ibadet özgürlüğünün gereği söyleniyordu.

Oysa mesele insan hakları ya da ibadet özgürlüğü kapsamında ele alınamazdı; çünkü Diyanet doğrudan kamusal ve toplumsal yaşayışın dinin kurallarına göre belirlenmesini, ibadet saatlerine göre ayarlanmasını istiyordu. Peki bu bir kere yasalaştığında, örneğin aynısını vakit namazları için yapmak gerekmeyecek miydi? Ya da kadınların başını örtmenden sokağa çıkmaması, karma eğitimin ortadan kaldırılması, Ramazan aylarında yeme içme mekânlarının kapatılması gündeme gelmeyecek miydi? Elbette ki gelecekti ama Diyanet artık ortada bildiğimiz anlamda bir cumhuriyet olmadığını, 1923’ün kurucu felsefesinden geriye bir şey kalmadığını, iktidarda bulunduklarını biliyor ve buna göre hareket ediyordu. 

Bu meselenin bir boyutu ama bir de diğer boyutu bulunuyor. Türkiye’de genel olarak dinselleşmeye özel olarak da Diyanet’e ve tepesindeki isme yönelik katlanarak artan ciddi bir öfke var. Ali Erbaş’ın makam aracından Diyanet’in çığ gibi büyüyen harcamalarına, kurumun verdiği fetvalardan bütçeden aldığı paya kadar toplum Diyanet’e tepkili. Öte yandan istisnai de olsa bizzat Diyanet’in içerisinden vicdan sahibi olduğunu düşünebileceğimiz insanların çıktığını ve olan bitene tepki verdiğini görebiliyoruz. 

Bunun son örneğini Mehmet Deniz vakasında yaşadık. Gazetelerde yer alan haberlere göre, kınama cezası verildikten sonra müftülük görevinden uzaklaştırılan Mehmet Deniz kendisine yapılanlara dayanamayarak intihar etmişti. Peki Deniz’in suçu neydi? Deniz, Manisa İl Müftülüğü’ne atanan Mustafa Soykök kendisini ziyaret ettiğinde yemek organizasyonunu Türkiye Diyanet Vakfı’nın bütçesinden yapmak yerine kendi cebinden peynir ve simit almıştı. Ayrıca masrafları vakfın bütçesinden karşılanan etkinliklere katılmıyor, mesai saatleri dışında tarımla meşgul oluyor, hizmet aracı yerine kendi motosikletini kullanıyor ve “normalin üzerinde” sade giyiniyordu. Yani ortalama din adamı figürünün dışında bir tutum sergiliyor, başka türlü yaşıyordu. Suçu, işlenen suça ortak olmamaktı.  

Deniz’in intiharının Diyanet’e ve dinselleşme politikalarına yönelik öfkeyi daha da artırdığı açık. Tıpkı tarikatlar ve cemaatler gibi Diyanet de neredeyse her gün yeni bir vaka üzerinden toplumdaki kendiliğinden yükselen laik tepkinin hedefi haline geliyor, varlığı sorgulanıyor, kapatılması gerektiği yönünde güçlü bir kanaat oluşuyor. Ancak iktidarın elindeki bu güçlü aparatı sonuna kadar kullanacağı, toplumsal kutuplaşmayı sınıfsal alandan kültürel alana tahvil ederken Diyanet’ten daha fazla yararlanacağı, katmerlenen sömürünün üzerine din sömürüsünün daha güçlü bir şekilde örtüleceği, bunun için de Diyanet’e büyük görev düştüğü görülebiliyor.

Bugün Türkiye’nin birbiriyle iç içe geçmiş iki sorunu bulunuyor. Bunlardan ilki giderek büyüyen ve derinleşen, üstelik uzun yıllar boyu devam edeceği anlaşılan yoksullaşma dalgası, diğeri ise bu dalganın yaratacağı sonuçlardan kaçınmak için daha da koyulaştırılan dinselleşme politikaları. Ancak durum böyleyken bir “anomali”yle, bir “tuhaflık”la karşı karşıyayız. Ortada bu iki esas meseleyi birbiriyle ilişkili biçimde alabilen bir siyasal özne, bir siyasal aktör bulunmuyor; hatta düzen siyaseti bilinçli bir şekilde hem bu meselelerden kaçıyor hem de bunları toplumun gündeminden kaçırıyor. Bu iki mesele bir türlü siyasete damgasını vurmuyor, ana belirleyen olamıyor, bu da ülkenin “uzun intiharı” anlamına geliyor.  

Bu anomaliyi ve tuhaflığı ortadan kaldırmak şart. Düzen muhalefetinin darmadağın olduğu bir konjonktürde Türkiye’de sosyalist sol için aynı anda hem sınıf siyasetini güçlendirebileceği hem de laikliği ve aydınlanmayı savunabileceği geniş bir alan bulunuyor. Doğru zemine basıldığında, doğru yerler tutulduğunda, doğru müdahalelerde bulunulduğunda sola hızlı bir yükseliş ve toplumsallaşma imkânı verme potansiyeli yüksek bir alan bu. Buraya bakmak, buna uygun bir söylem ve eylem bütünlüğünü hızlıca hayata geçirmek gerekiyor.