Filistin direnişinin karşı-saldırısı, Türkiye siyasetinde yeni bir fenomen olan seküler milliyetçiliği ve onun yükselişini iyiden iyiye gözle görülür hale getirdi.
Filistin direnişi cumartesi günü İsrail’e karşı başını Hamas’ın çektiği ve daha önce benzeri görülmemiş, statükoyu sarsmakla yetinmeyip değiştirebilecek bir karşı-saldırı başlattı. Bir kısmı yasadışı yerleşimciler olmak üzere sivillerin de yaşamını yitirdiği bu saldırının statükoyu değiştirecek gücü, İsrail kontrolü altındaki topraklara Filistin’den böylesine güçlü bir şekilde ve aniden sızılarak işgalcilere büyük askeri kayıplar verdirilmesinden kaynaklanıyordu.
Statükonun ilk boyutunda bir güvenlik devleti olarak İsrail’in yenilmezliği algısı vardı. Saldırıyla birlikte hem askeri hem istihbari olarak İsrail büyük bir prestij yıkımına uğradı. Vatandaşlarının rızasını onlara sağladığı güvenlik ve dokunulmazlık iddiası üzerinden alan İsrail devleti şimdi bu iddianın sorgulanır hale gelişini yaşıyor, günlerdir sığınaklarda yaşayan İsrail halkı kendisine yönelik en büyük vaadin büyük bir yalandan ibaret olduğu gerçeğiyle belki de ilk kez bu kadar doğrudan ve yoğun bir şekilde yüzleşiyor.
Eğer İsrail’deki muhalif çevreler, örneğin İsrail Komünist Partisi’nin açıklamalarında ya da Haaretz gazetesinin manşetlerinde olduğu gibi bu hissiyatın üzerine gidebilir ve İsrail halkına güvenlik içerisinde yaşamalarının yolunun Filistin’e yönelik işgal politikalarının sona ermesinden ve adil bir barıştan geçtiğini doğru bir şekilde anlatabilirlerse, buradan uzun vadede yeni bir barış siyasetinin yol haritası dahi şekillenebilir.
Statükonun ikinci boyutunda ise Filistin meselesinin uluslararası sistem tarafından ne zamandır unutulmaya yüz tutmuş olması vardı. Ne müzakereler ne barış için yeni bir yol haritası… Bunların hiçbiri dünyanın gündeminde değildi artık ve Filistin halkı kendi kaderine terk edilmişti. Dahası başta petrol şeyhlikleri olmak üzere Arap dünyası İsrail’le “normalleşme”ye hazırlanıyordu. Filistin bağlamında normalleşmeden kastedilen ise İsrail işgalinin normalleşmesi ve bundan kaynaklı statükonun sorgulanmaz hale gelişiydi.
İşte cumartesi günkü karşı-saldırı dünyanın en büyük açık hava hapishanesinde yaşamaya mahkûm edilmiş ve bu mahkumiyetleri artık umursanmayan Filistin halkının dünyaya ve özellikle Arap coğrafyasına kendisini bir kez daha hatırlatması anlamına geldi. Karşı-saldırı eylemiyle birlikte, İsrail işgali devam ettiği sürece bu coğrafyada herhangi bir normalleşmenin söz konusu olamayacağı, buradan herhangi bir statüko inşa edilemeyeceği bir kez daha ortaya çıkmış oldu.
Gelişmelerin nereye doğru evrileceğini, Lübnan Hizbullah’ının, Suriye’nin, İran’ın, petrol şeyhliklerinin, Rusya’nın, Çin’in ve elbette ki Batılı devletlerin sürece ne kadar müdahil olacağını, savaşın nereye kadar, ne ölçüde yayılacağını ve bunun İsrail içerisinde yaratacağı etkileri önümüzdeki günlerde hep beraber göreceğiz. Öte yandan bu karşı-saldırı Türkiye siyasetine de güçlü bir ayna tuttu ki esas olarak konuşmamız gereken mesele bu.
Karşı-saldırı konjonktürel olarak iktidarın İhvancılıktan vazgeçip hem Arabistan hem Mısır hem de İsrail’le yakınlaşma politikalarını benimsediği bir döneme denk geldi. Buna bir de Azerbaycan üzerinden ortaya çıkan ilişkileri eklemeliyiz elbette. Hal böyle olunca Erdoğan da “eyy Netenyahu” demek yerine itidalli ve iki tarafa neredeyse eşit mesafede bir dili tercih etti; iktidar işaret vermeyince de kimi ufak tefek gruplar hariç İslamcı cenahtan pek sokağa inen olmadı. İsrail Gazze’de geçmiştekinden daha kanlı saldırılar düzenlerken, geçmişten farklı olarak iktidardaki İslamcılar derin bir sessizliğe gömüldü ki bu da Filistin meselesinin siyasal İslam açısından araçsal olmaktan öte bir anlam taşımadığını bir kez daha göstermiş oldu.
Filistin direnişinin karşı-saldırısı, Türkiye siyasetinde yeni bir fenomen olan ve benim bir süredir dikkatleri çekmeye çalıştığım seküler milliyetçiliği ve onun yükselişini iyiden iyiye gözle görülür hale getirdi. Yakın geçmişe kadar Filistin meselesi Türkiye’de İslamcıların dışındaki kesimler için de Filistin halkının yanında durmak anlamına geliyordu, bugün ise artık işlerin değiştiği ve seküler milliyetçiliğin ürettiği İsrail yanlısı tutumun kendisine geniş bir alıcı bulduğu görüldü.
Bunu sadece direnişin başını İslamcı Hamas’ın çekmesiyle ve karşı-saldırıda çok sayıda sivilin öldürülmesiyle açıklayabilir, basitçe buraya indirgeyebilir miyiz peki?
Hayır, bunun gerisinde yirmi yıllık İslamcı iktidara yönelik öfke bulunuyor esas olarak. Bu öfke ise tıbbi bir terimi siyasete uyarlayarak söyleyecek olursam “post-Kemalist stres bozukluğu”ndan kaynaklanıyor. Yani iktidarın rejim inşasıyla birlikte 1923 paradigmasının yerini İslamcı bir paradigma alırken, kendisine Atatürkçü ya da Kemalist diyen kitleler çaresizce ve hiçbir şey yapamadan bu değişimi izliyorlar ve geçtiğimiz haftalarda anlatmaya çalıştığım üzere siyasal alanda temsil edilmiyorlar; bu da beraberinde büyük bir çaresizlik ve sahipsizlik hissini getiriyor. Yaşanan bu temsiliyet krizi ise iktidara yönelik öfkenin politize olmasını ve doğru yere odaklanmasını engelliyor.
Bu krizi elbette ki yaşanan çoklu kriz konjonktürünün içerisine yerleştirmek gerekiyor. Hızla artan enflasyonla ve güya enflasyonla mücadele adına izlenen kemer sıkma politikalarıyla birlikte yoksullaşan geniş halk kitleleri, başlarına gelenin gerisindeki esas mekanizmaları göremedikçe kendisine günah keçileri seçiyor, solun ve emek hareketinin denkleme dahil olmadığı bir siyasi atmosferde kolaycı çözümlere yöneliyor, yaşadığı eziklik ve kompleksten kurtulmak için en kolay şeye, yani hamasete ve milliyetçiliğe sığınıyor, sahici olmayan düşmanlar yaratıyor.
İktidarın piyasacılığıyla İslamcılığı ve emeğin sömürüsüyle din sömürüsü arasındaki ilişkiyi göremeyen ve kendi sınıfsal pozisyonunun farkında olmayan ortalama muhalif, yaşanan rejim inşasını ve bu inşanın temelindeki dinselleşmeyi doğru anlayamadığı için bunu basitçe “Araplaşma” olarak okuyor. Yaşanan yoksullaşmanın ve gelir dağılımı adaletsizliğinin faturasını, kolaycı bir şekilde bir günah keçisi olarak seçtiği göçmen ve sığınmacıların üzerine yıkıyor. Sömürünün katmerlenmesini, mafyalaşmayı, çeteleşmeyi, tarikat ve cemaatlerin artan etkisini birbiriyle ilişkilendirmek ve asıl tehlikenin “içeriden” kaynaklandığını görüp bununla mücadele etmektense “Araplaşma” hayaletiyle kavga etmek ve göçmen ve sığınmacıları hedef göstermek, yani aslında hiçbir şey yapmamak işine geliyor, böylece konforu da bozulmamış oluyor.
İçinde bulunduğu sefalet halinden kaynaklanan ezikliği ve kompleksi kendisinden daha aşağı olarak gördüğü başka bir etnisitenin üzerine yıkan bu bakış açısı, tıpkı Batıda olduğu gibi burada da sağ popülizmin ya da aynı anlama gelmek üzere neo-faşizmin kitle tabanını şekillendiriyor. Kapitalizme yönelmesi gereken öfke “Arap” adlı ve aslında icat edilmiş, negatif anlamlarla yüklü bir imgeye yöneliyor; bu imgeye yönelik kolektif histeri hem hakikatten kaçmayı hem de bir tür iç rahatlamasını, bir tür boşalmayı beraberinde getiriyor. Böylece hem sığınmacı ve göçmen meselesine sahici bir çözüm üretmek hem de siyasal İslam’la sahici bir mücadele vermek imkânsız hale geliyor.
İşte onlarca yıldır Filistin halkının yanında duran kamuoyunda bugün geçmiştekinden farklı bir tutum varsa, hatta hiç görülmemiş bir şekilde bir Filistin düşmanlığı ve İsrail sempatisi ortaya çıkmışsa, bunun gerisinde ülkenin yaşadığı çoklu kriz konjonktürü ve bu konjonktürde ideolojik olarak savrulan muhalif kitlelerin yaşadığı “post-Kemalist stres bozukluğu” yer alıyor. Bu bozukluktan mustarip kitlelerin ırkçılıkla ve faşizmle buluşması, çıkışı buralarda araması kolaylaşıyor. Sol siyasetin ve kitlelerin yüzünü sola dönmesini sağlayacak sol müdahalelerin yokluğunda, Türkiye’de yeni bir faşist hareket şekilleniyor ve kitleselleşiyor. İslamcı sağın karşısında Türkçü sağ, üstelik solun kimi iddia ve argümanlarını da çalarak güçleniyor ve bir alternatif haline dönüşüyor.
Tüm bunların neticesinde söyleyebiliriz ki solsuz bir Türkiye, farklı sağcılıkların cenderesi altında hızla kendi yıkımına sürükleniyor. Ya sol Türkiye siyasetinde bağımsız, etkili, güçlü bir özne olarak yer alacak ve halkı gerçek taleplerle buluşturup ona gerçek düşmanlarının kim olduğunu gösterecek ya da toplum sağcılıklar arası tepişmenin etrafında giderek zombileşecek, o zombileşme de kaçınılmaz olarak bir gün hepimizin kapısını çalacak.