Son olarak -ki bizim açımızdan önemli olan budur- solda duran bir CHP’nin sosyalist sol açısından “yıkıcı” ve “yapıcı” olmak üzere iki boyutu olduğunu akılda tutmak gerekir.

Ecevit’ten Özel’e CHP solu

Tarih 6 Aralık 1972… Vehbi Koç, CHP Genel Başkanı seçilmesinin üzerinden yaklaşık altı ay geçen Bülent Ecevit’e bir mektup yazar. Ecevit çok kısa bir süre önce Koç’a bağlı Türk Demir Döküm Fabrikası’ndaki grevci işçilere bir dayanışma ziyaretinde bulunmuş ve ayrıca kendisine verdikleri destek için teşekkür etmiştir.

Hem Ecevit’in bu ziyareti hem de CHP Gençlik Kolları’nın greve verdiği destek, Koç’ta ciddi bir rahatsızlık yaratmıştır. 12 Mart rejimi devam etmektedir, gençlik önderleri katledilmiş, emek hareketi bastırılmıştır ama Koç hem solun yeniden yükselişinden hem de CHP’nin “ortanın solu”ndan “Moskova yolu”na geçme, yani sosyalist bir kimlik kazanma ihtimalinden endişe duymaktadır. 

Koç’un mektubunu kişisel değil, altında Türkiye sermaye sınıfının imzasının bulunduğu bir mektup olarak görmek gerekir; çünkü onun endişeleri aynı zamanda bu sınıfın endişeleridir. Koç, Ecevit’e grevci işçileri ve DİSK’i şikâyet eder; kendilerinin önerdiği ücret zammıyla işçilerin istediği zam arasında ciddi bir fark olduğunu ve yetmiş beş gündür devam eden grevin hem işçilere, hem işverene hem de ülke ekonomisine zarar verdiğini söyler. 

Mektubun esas derdi ise Türkiye’deki emek rejimidir. Koç’a göre toplu sözleşme görüşmeleri çok uzun sürmekte, sendika sayısı her gün artmakta, işçiler örgütlenmekte, emek maliyetlerindeki artış nedeniyle Türk sanayii Avrupa ülkeleriyle rekabet edememekte, işçilerin yüksek ücret talepleri nedeniyle yeterli istihdam sağlanamamaktadır.
Koç’un ve Türkiye sermaye sınıfının derdi bellidir: Türkiye işçi sınıfının giderek örgütlü bir güce dönüşmesi emeğin yeterince sömürülmesinin önündeki en büyük engeli oluşturmaktadır ve Koç bu durumu yapılacak ilk seçimlerde iktidar olma potansiyeline sahip yeni CHP genel başkanına şikâyet etmektedir.

Ecevit Koç’un mektubuna 1 Ocak 1973 tarihli mektubuyla yanıt verir ve önce ona uzun uzun toplu sözleşme düzeni ve grev hakkının hem demokrasi hem de işçi-işveren ilişkileri açısından son derece önemli olduğunu anlatır. Asıl kritik olan kısım ise bu hakkın “asıl yararı”nın ne olduğunu anlattığı satırlardır. Ecevit şöyle der: 

Eğer bu hak işçilere zamanında tanınmamış olsaydı, son yıllarda geçirdiğimiz derin sosyal ve siyasal bunalımlar ve kaynaşmalar, toplumu temelinden sarsacak boyutlara varırdı ve demokrasimizi kurtarma olanağı belki de hiç bulunamazdı. Oysa toplumun birçok kesimlerinin büyük huzursuzluğa sürüklendiği o yıllarda, işçi kesimi genellikle sükûnetini koruyabilmiştir; fırtınalı denizde sakin bir koy gibi kalabilmiştir.     

Ecevit’in yaşadığı dönemde kamuoyunun bu mektuptan haberi olmamış, mektup ölümünden sonra arşivinde bulunmuştur ama zaten ortada gizli saklı bir şey yoktur. Ecevit “ortanın solu”nun teorisyeni ve sonra da CHP Genel Başkanı olduğu andan itibaren ortanın solunun esas misyonunun komünizmle mücadele olduğunu hep söylemiş, bu konuda “dürüst” bir tavır takınmıştır. Koç’a da aynı şeyi, yani rahat olmasını, işçi sınıfı radikalizmini törpülemenin ve onun düzen dışına çıkmasını engellemenin yolunun bu tür hakları vermekten geçtiğini söylemektedir. 

Ecevit 5 Kasım 2006’da, 12 Eylül öncesi misyonundan dahi fersah fersah geride bir yere savrulmuşken yaşamını yitirdi. Onun ölüm yıldönümünden bir gün önce yapılan CHP Kurultay’ında ise Kemal Kılıçdaroğlu 13 yılın sonunda koltuğunu Özgür Özel’e devretti. Özel ilk sosyal medya paylaşımında “sosyal demokrasiyi iktidara taşımış, halkın Karaoğlan’ı ve umudu olmuş” dediği Ecevit’i andı ve ertesi gün de, yani ölüm yıldönümünde de Ecevit’in mezarını ziyaret etti. Zaten Kurultay’daki konuşmasında da Ecevit’e bolca referansta bulunmuş ve genel başkan seçildiği 1972’deki Kurultay’la ilgili olarak şöyle demişti: 

1972 kurultayımız ise önümüze yeni bir vizyon koyan, hayatın, siyasetin akışını değiştiren diğer kurultayımızdı. Kurultay Bülent Ecevit’i Genel Başkan seçmiş, ona partimizi sosyal demokrat bir çizgiye taşıma, işçi sendikalarıyla, ezilenlerle, hak arayanlarla buluşma, buluşturma, sosyal demokrasiyi iktidar yapma görevi vermiştir. Bu kurultaydan çıkan sonuç bizi iktidara taşımıştır. 1972 kurultayı dünyada esen sol rüzgârları gören, anlayan, Türkiye’nin ihtiyaçlarını doğru tespit eden, siyasi kümelenmeleri doğru okuyan, doğru hedef koyan bir kurultaydır. 1972 kurultayının bu öngörüsünden alınacak önemli derslerimiz var.

Özel’in konuşmasının sadece bu kısmı değil, neredeyse tamamı sol bir söylem üzerine kurulmuştu. Öyle ki bir ara Grup Yorum’un “Madenciden” adlı şarkısından da bildiğimiz Kemal Özer’e ait “Zonguldak” adlı şiirden dizeler dahi okudu. Sağ siyasetin ülkeyi yoksullaştırdığını, çürüttüğünü, kendilerinin sosyal demokrat bir parti ve emeğin partisi olduğunu söyledi.

Aslında Özgür Özel’in konuşması 2010’da Kemal Kılıçdaroğlu’nun genel başkan seçildiği kurultayda yaptığı konuşmadan pek farklı değildi. O da konuşmasında emekten, emekçilerin durumundan, yoksulluktan, sosyal devletten, taşeron çalışmadan, düzeni değiştirmekten söz etmişti. Çünkü o da tıpkı şimdi Özel’in onu suçladığı gibi Baykal’ı partiyi sağa çekmekle itham ediyor ve sol bir söylemle parti tabanının desteğini arkasına alıyordu. 

Peki, her iki ismin de genel başkanlığa sol bir söylemle yürümesi, iktidar olmak için kitleleri sürekli sağcılığa ikna etmeye çalışanların CHP’de iktidar olmak için hep soldan, solun değerlerinden medet umması bir tesadüf olabilir mi?
Elbette ki hayır. Nasıl ki 2010’da Kılıçdaroğlu Baykal sağcılığının CHP tabanı ile CHP arasında bir uçurum yarattığını ve bu tabanın CHP’yle bağlarını koparmak üzere olduğunu görüp soldan bir umut devşirmeye, kitleyi böyle konsolide etmeye çalıştıysa bugün Özel de aynısını yapıyor. Tıpkı 2010’da olduğu gibi bugün de 28 Mayıs seçim sonuçları sonrasında çok büyük bir duygusal kopuş ortaya çıkmışken, geniş kitleler siyasetten uzaklaşırken, bir yandan umutsuzluk ve yılgınlık ama öte yandan radikalleşme potansiyeli artarken, Özel’in genel başkan olması bir tesadüf değil elbette. 

Türkiye’nin düzeni, düzen açısından er ya da geç bir meşruiyet krizinin kapısını aralayabileceği için düzen solunda bir boşluğa, kitlelerin düzen solundan ister apolitikleşerek ister radikalleşerek kopmasına izin veremezdi; oysa Kılıçdaroğlu partiyi ANAP’laştırarak ve üstelik süreklileşmiş bir başarısızlığa mahkûm ederek bu kopuşun zeminini çoktan yaratmıştı. Şimdi Özel o kopuşu tamir etme, kitlelerin yüzünü yeniden CHP’ye, düzen soluna döndürme ve sandığı yeniden umut haline getirme misyonuyla geliyor; bunun için de solculuk yapıyor, CHP’yi bir kez daha sola çekiyor. 

Ancak bu noktada “bunu başarabilir mi” sorusunu sormak gerekiyor. Yoksulluğun, enflasyonun, işsizliğin alıp başını gittiği bir ülkede düzen içi bir solun dahi esamisinin okunmaması gibi bir tuhaflık yaşıyoruz senelerdir; dolayısıyla milyonlarca kişinin değil yoksulluk, açlık sınırının altında yaşadığı bir ülkede sol siyaset yapmanın elbette ki bir zemini var. Ama ne dünya ne Türkiye 70’leri yaşıyor; sosyalist solun dünyadaki ve Türkiye’deki yokluğunda düzen solunun da kendisini var edebilmesinin, hele bunu CHP temsil ediyorsa, öyle çok kolay olmayacağını görmek gerekiyor. 

Öte yandan mesele tek başına bu değil; esas mesele son kurultayla birlikte CHP’nin fiili eş başkanlıkla yönetilir hale gelmesi, daha doğrusu CHP’nin fiili yeni liderinin Ekrem İmamoğlu olması. Tipik bir merkez sağcı, Karadenizli, müteahhit siyasetçi profili çizen İmamoğlu varken Özel’in CHP’yi sola çekmesi ne kadar mümkün olabilir? Buna bir de İmamoğlu’nun Kılıçdaroğlu’ ile “baba-oğul” olmaktan ziyade Akşener’le “anne-oğul” olduğunu ve yerel seçimlerde yeniden ittifak arayışlarına girişileceğini eklediğimizde CHP’nin sola çekilmesinin sınırları üzerine daha sağlıklı öngörülerde bulunabiliriz. Bu farklı pozisyonların Özel ile İmamoğlu arasında bir gerilim başlığı olup olmayacağını ise verili güç dengeleri ve zaman gösterecektir.    

Son olarak -ki bizim açımızdan önemli olan budur- solda duran bir CHP’nin sosyalist sol açısından “yıkıcı” ve “yapıcı” olmak üzere iki boyutu olduğunu akılda tutmak gerekir. Düzen içi karakteriyle böylesi bir solculuğun kitlelerin öfkesini soğurma, radikalleşme potansiyelini ortadan kaldırma, onları ehlîleştirme gibi bir misyon üstleneceği açıktır ve buna karşı elbette ki tavizsiz bir mücadele verilmesi gerekmektedir. Öte yandan bu sol yönelim, Türkiye’de yoksulluğun giderek derinleştiği bir konjonktürü de hesaba katarak söyleyecek olursak, beraberinde sol fikirlerin ve değerlerin popülerleşmesini, geniş kitlelerle buluşmasını, sokağın yeniden bir siyaset mekânı halini almasını ve emek-sermaye çelişkisinin siyasetin merkezine yerleşmesini getirebilir ki bu da sosyalist sol açısından içerisinde bulunduğu krizden çıkış ve toplumsallaşma için bir fırsat anlamı taşıyabilir. Hem düzen soluyla kavga etmek hem de bu fırsatı kaçırmamak mümkündür, bu nedenle yığınağın buraya yapılması bir zorunluluktur.