'Kılıçdaroğlu’nun gidip İmamoğlu’nun gelmesi sahici anlamda bir “değişim” değil, Kılıçdaroğlu’nun inşa ettiği sağcılaşma siyasetinin teorik ve pratik düzeyde devamı anlamına gelecektir.'

Değişim ama hangi değişim?

Kemal Kılıçdaroğlu eğer cumhurbaşkanlığı seçimlerini kazanmış olsaydı, ülkeyi Menderes rejiminin daha beterinden yeni bir 27 Mayıs olmaksızın kurtarmayı başaran günümüzün İsmet İnönü’sü olarak tarihe geçebilirdi ama kazanamadı. Kılıçdaroğlu eğer 28 Mayıs akşamı istifasını açıklasaydı ya da partiyi geçiş sürecinde yönetip koltuğunu kurultayda başka birine devredeceğini söyleseydi, 1972’de 88 yaşındayken Ecevit’le genel başkanlık yarışına girecek kadar gözünü hırs bürümüş İnönü konumuna düşmeyebilirdi ama bunu da yapmadı.

Bilakis, şimdilerde daha da netleştiği üzere koltuğu bırakmama hesapları yapıyor, adımlarını buna göre atıyor ama ortada herkesin gözlemleyebileceği çıplak bir hakikat var: Bugün Kılıçdaroğlu, kendisine oy veren milyonların nezdinde alınan o ağır yenilgiyi simgeleyen, seçimlerin bütün faturasının kendisine kesildiği, yaptığı her açıklamanın bağlamından bağımsız olarak büyük tepkiyle karşılandığı, kendisinden istifa etmesinden başka hiçbir şey beklenmeyen bir figüre, bir nefret objesine dönüşmüş durumda.

Üstelik mesele basitçe bu değil; esas mesele Kılıçdaroğlu’nun seçim sonrası büründüğü ya da açığa çıkan karakterinin tüm bu husumeti besleyip güçlendiriyor oluşu. Sanki kendisinin yaşadığı evrende “kader seçimi” dediği seçimler hiç yapılmamış, yapılsa da sonucu önemli değilmiş, kimsenin alınan yenilginin hesabını vermesi, sorumluluk alması ve bedel ödemesi gerekmiyormuş gibi bir hava var Kılıçdaroğlu’nun halinde, tavrında, tutumunda. Sosyal medyada sanki hiçbir şey olmamış gibi spor müsabakaları için kutlama mesajları yayınlamaya, belirli günlerde belli olay ya da kişileri rutin bir şekilde anmaya ya da katıldığı televizyon programlarında “bu kadar da olmaz” dedirten cümleler kurmaya devam etmesi bu hal ve tavrın birer yansıması.

Özdağ ile yaptığı gizli anlaşmayı pişkince savunmasını ve en ufak bir özeleştiride bulunmamasını da ekleyerek söyleyelim ki tüm bunlar seçim sürecinde zirve yapan saygınlığının ve itibarının gün be gün artan ölçüde ayaklar altına alınması ve kendisine duyulan sempatinin yoğun bir nefrete dönüşmesi anlamına geliyor. Kitleler için iki ay önceki Kılıçdaroğlu ile bugünkü Kılıçdaroğlu aynı kişi değil; öyle ki azımsanmayacak bir toplamın gözünde Kılıçdaroğlu bir yerlere çalışan, birilerinin adamı olarak hareket eden karanlık bir siyasetçi artık. İşin trajik yanı ise şu: Kılıçdaroğlu ya muhtemelen tüm bunların farkına varamayacak derecede hakikatle bağını koparmış durumda ya da bilerek olan biteni görmezden geliyor, yokmuş gibi davranıyor ve bunların hepsini de koltuğunu koruyabilmek için yapıyor.

Hal böyle olunca CHP’lilerde ve genel olarak kamuoyunda haklı bir “değişim” talebi yükseliyor, insanlar yeni bir lider, “kazanabilecek” bir lider arıyor ve burada da gençliğiyle, kürsü performansıyla, hazır cevaplılığıyla, Karadenizliliğiyle, sağcılığıyla Erdoğan’la baş edebilecek yegâne isim olduğu düşünülen Ekrem İmamoğlu adı öne çıkıyor, kurtarıcı olarak İmamoğlu görülüyor. En başından beri hedefinin CHP genel başkanlığı olduğunu düşündüğüm İmamoğlu da konjonktürün müsait olduğunu görerek arka arkaya hamlelerde bulunuyor, yerel seçimler öncesi CHP’yi kurultaya götürme ve yerel seçimlere “değişim rüzgarı”nı arkasına alarak gitme hesapları yapıyor.

Değişim kuşkusuz siyasetin en etkili sözcüklerinden biridir ve her zaman işe yarar; hele bir de iktidarda 21 yıldır aynı parti varsa ve karşısındaki rakibi onun karşısına çıktığı neredeyse bütün seçimleri kaybetmişse. Ancak değişim, içeriğinden bağımsız, içeriği tartışılmayan bir şekilde bir fetişe dönüştürülürse oradan sahici bir değişim çıkma ihtimali imkânsız hale gelir ve şu an tanıklık ettiğimiz şey de budur.

Hayır, mesele basitçe son zoom toplantısının sızdırılan görüntülerinden anlaşıldığı üzere düne kadar Kılıçdaroğlu’nun yanında olan isimlerin bugün değişim adı altında İmamoğlu’nun yanında hizalanması, kendi ikballerini kurtarmak için ve aslında hiçbir şeyin değişmemesi adına “kral öldü, yaşasın yeni kral” demeleri değildir. Bu da önemlidir elbette ama esas mesele, İmamoğlu’nun zihniyet olarak Kılıçdaroğlu’nun takipçisi ve veliahdı olması, Kılıçdaroğlu’nun partiyi çektiği sağ çizgiyi şahsında somutlaştırması ve o çizgiyi daha da derinleştirme potansiyelidir.

İmamoğlu düne kadar Kılıçdaroğlu’nun etrafında yer alan akıldaneleri de yanına alarak onun başlattığı CHP’yi merkez sağa çekme sürecini mantıksal sınırlarına taşıyacak, Karadenizlilik, müteahhitlik ve merkez sağcılıktan müteşekkil formasyonu ise bunu daha da kolaylaştıracaktır. İmamoğlu sosyal demokrasinin asgari ilkelerinin dahi uzağında bir siyasetçi figürüdür ve bunu belediyeyi nasıl yönettiğine bakarak anlamak mümkündür.

İmamoğlu, Kılıçdaroğlu’nun başlattığı Menderes, Özal, Demirel, Türkeş, Erbakan anmalarının, mezar ziyaretlerinin, AKP ile AKP’cilik yarıştırmanın, dinî bir jargon kullanmanın, sağcılığı ideolojiler üstü göstermenin, iktidarda rejim inşa eden bir parti yokmuş gibi siyaset yapmanın, kitlelerden kaçmanın, piyasacılığı ve gericiliği sentezlemenin en hevesli alıcısı, en önemli sahiplenicisi olmuştur ve eğer iş başına gelirse, Kılıçdaroğlu’nun düşünsel veliahdı olarak tüm bu tutumları daha da ileriye taşıyacak, daha da kurumsallaştıracaktır.

Seçim sürecini hatırlayalım; örneğin İmamoğlu kendisine sorulan sorular üzerine belediye tesislerinde içki sattırmayacağını ve havuzlarda kadın-erkek birlikte yüzülemeyeceğini söylemiştir ve bunu pragmatizm adına yapmamıştır, bu uygulamalar hala yürürlüktedir. Peşine solun bir kısmını da taktığı günlerde yaptığı türbe ziyaretlerini, Yasin okumalarını, namaz pozlarını, seçim kutlamasında Kuran tilaveti ve mehterle taçlandırmıştır ve bunlar da pragmatizm adına yapılmamaktadır; bunlar tipik bir sağ siyasetçi olarak İmamoğlu’nun doğal halleridir.

Dolayısıyla Kılıçdaroğlu’nun gidip İmamoğlu’nun gelmesi sahici anlamda bir “değişim” değil, Kılıçdaroğlu’nun inşa ettiği sağcılaşma siyasetinin teorik ve pratik düzeyde devamı, hem de yoğunlaşmış bir şekilde devamı anlamına gelecektir. İmamoğlu Kılıçdaroğlu’nun karşıtı, muhalifi ya da anti-tezi değildir; onun takipçisi ve başlattığı dönüşümü mantıksal sınırlarına ulaştırabilecek yegâne kişidir. Türkiye’de siyasetin ve toplumun topyekûn sağa çekilişine bir katkı da İmamoğlu tarafından yapılacak, üstelik yaratacağı rüzgâr nedeniyle bu katkı CHP tabanını iyiden iyiye sağcılaştıracaktır. Yani bir “değişim” olacaksa sadece burada olacak, CHP seçmeninin zihninden ve tarih bilincinden geriye ne kaldıysa o da tamamen yok edilecektir.

Türkiye solu bugün gelinen noktada kendi bağımsız siyasi hattını kurabilmek adına, Kılıçdaroğlu’lu ya da İmamoğlu’lu seçeneklerin her ikisinde de CHP ile olan ilişkilerini minimum seviyeye indirmeli, en az iktidarla kavga ettiği kadar CHP yönetimiyle de ideolojik-politik düzeyde kavga etmeli, içinde bulunduğumuz durumun iki sorumlusundan birinin CHP olduğunu halka teşhir etmeli, onu karşısına almalı ama bunları yaparken başta CHP tabanı olmak üzere halk kitlelerine kendisini sahici bir alternatif olarak sunmayı başarmalıdır.

Türkiye’de düzenin bütün aktörleriyle böylesine sağa çektiği, İslamcı, ülkücü, seküler milliyetçi, liberal vs. envaiçeşit sağcılığın kendi arasında yarıştığı bu kâbus konjonktüründe ihtiyaç duyduğumuz şey, “değişim” adı altında sağcılığın yeni bir versiyonunu tercih etmek, ehven-i şer siyaseti izlemek ya da alenen sağcılık yapanların “sol koltuk değnekliği” görevini üstlenmek değil, solu buradan ayrıştırarak ve farkını ortaya koyarak kitleler nezdinde güçlü bir seçenek haline getirmektir.

Ya bu yapılır ya da Türkiye’de sol gerçek ve etkili bir özne, güçlü ve sözü dinlenen bir aktör olmayı hiçbir zaman başaramaz.