Artık biliyoruz ki Cumhuriyet’e ihanet edenlerin ve onların açtıkları kapılardan girip Cumhuriyet’i yıkanların Cumhuriyet’i sahiplenmeleri, ayağa kaldırmaları, yaşatmaları mümkün değildir.

Burjuvazi Cumhuriyet’e ihanet etti mi?

Yönetici sınıfı da aydını da Osmanlı’nın 19. Yüzyıldan itibaren içerisine düştüğü durumun gerçek mahiyetini çöküş kapıya dayanana kadar anlayamadı. Oysa 20. yüzyıla girerken ortada hem siyasetini hem ekonomisini emperyalizme ipotek etmiş bir yarı-sömürge ülke vardı. Dış borçlar, kapitülasyonlar, imtiyazlı yabancı sermaye ve Düyun’u-Umumiye gibi mekanizmalarla kuşatılan Osmanlı, hem uluslararası finans sermayesine göbekten bağımlı hale gelmiş durumdaydı hem de Avrupa sanayisi için bir açık pazar konumundaydı ve bu ikisi yüzünden daha baştan ulusal bir ekonomi kurma imkânını yitirmişti.

Çok geç olmakla birlikte bu durumun farkına 1908 devriminden sonra varılmaya başlandı. Osmanlı aydını bir yandan uluslaşmayı öte yandan da ulusal ekonomiyi, ulusal pazarı ve ulusal burjuvaziyi keşfediyordu. Ziya Gökalp ve Yusuf Akçura gibi isimler, bu arayışın sonucunda Alman iktisatçı Friedrich List’in “Milli Ekonomi modeli”yle tanıştılar ve liberal olmayan, devletçi, kapalı bir kapitalist ekonomiyi kurtuluş yolu olarak benimsediler. 

Özellikle Birinci Dünya Savaşı yılları boyunca İttihat-Terakki öncülüğünde bir Müslüman-Türk burjuvazisi yaratılması çabasına girişildi. Gayrimüslim burjuvazinin alanı daraltılırken Türklerin (o dönem için Müslümanların diye de okunabilir) şirket sahibi olması, girişimcilik yapması, ticaretle ve sanayiyle uğraşması teşvik edildi. Uluslaşma politikalarına eşlik edecek bir şekilde, “yerli sermaye” devlet eliyle güçlendirildi, palazlandırıldı, başta 1915 kırımı olmak üzere çeşitli şekillerde gayrimüslimlerden Müslüman-Türk eşrafa servet transferi yapıldı. 

Millî Mücadele emperyalizmin vekil gücü Yunan ordusunun işgaline karşı veriliyordu; asıl muhatap ise İngiltere’ydi ve o dönem İngiltere’nin asıl büyük düşmanı yeni kurulan Sovyetler Birliği’ydi. Millî Mücadele Ekim Devrimi’nin biçimlendirdiği bir dünyanın ve karşı-devrimin devrimi boğmak için bütün gücüyle saldırdığı bir zaman diliminin içerisine doğdu. Sovyetler Birliği ortak düşmana karşı Millî Mücadele’yi destekledi; emperyalizme karşı mücadele ortak paydaydı. 

Millî Mücadele kaçınılmaz olarak anti-emperyalist bir karakter taşıyordu ama başta Mustafa Kemal olmak üzere mücadeleyi yürüten kadrolar sosyalist bir formasyondan gelmiyordu, savaşın sonunda sosyalist bir devlet kurmak gibi bir niyetleri de yoktu, onlar kurtuluşu batılılaşmada/modernleşmede gören burjuva devrimcileriydi ve Jön Türkler’den İttihat-Terakki’ye uzanan bir mirası taşıyorlardı.

Zaten bu nedenle de savaş biter bitmez İttihatçıların milli burjuvazi ve milli pazar yaratma projesini devam ettirdiler; amaç bağımsız, ulusal bir kapitalizm yaratmaktı. Bu nedenle de 1908, yani II. Meşrutiyet Osmanlı-Türkiye modernleşme sürecinde burjuva devriminin ilk uğrağını oluştururken 1923, yani Cumhuriyet ikinci uğrağını oluşturdu. 

1923-1929 arası bu ulusal kapitalizm inşası Korkut Boratav’ın deyimiyle “açık ekonomi” koşullarında gerçekleşti. Hem Lozan Anlaşması’nın kısıtlamaları hem de henüz devletçi-kalkınmacı bir perspektifin ortaya çıkmamış olması nedeniyle ilk altı yıl hayli “liberal” bir karakter taşıdı. Yine de 1929 sonrasını haber verecek kimi adımlar bu dönemde atıldı. Bir dönem özelleştirilmesi düşünülse de demiryolları bu dönemde devletleştirildi, tütün rejisi yabancılardan alınıp millileştirildi ve kabotaj hakkı tesis edildi.

1929 yılı Türkiye gibi kapitalistleşme sürecine geç girmiş ülkeler için bir fırsattı; çünkü 1929 kriziyle birlikte kapitalist merkezlerde “bırakınız yapsınlar”cı liberal anlayışının yerini devlet müdahalesi alıyordu; ayrıca Sovyetler Birliği planlı ekonomi modeli sayesinde bu krizi yaşamıyor ve bir örnek teşkil ediyordu. Türkiye 1930’lara devletçi ve korumacı politikalarla girdi. Liberal modelin istenen büyüme ve kalkınma hızını beraberinde getirmediği, cılız sermaye sınıfının yaptığı yatırımların ise sermaye birikimi için yeterli olmadığı fark edilmiş, devlet bir “kolektif kapitalist” gibi hareket ederek yatırımlar yapmaya başlamıştı. 

Türkiye kapitalizmi ilk büyük atılımını bu dönemde gerçekleştirdi. İthal ikameci politikalarla birlikte “üç beyazlar”ın, yani un, şeker ve pamuğun Türkiye’de işlenmesi için ilk fabrikalar bu döneme kuruldu, sanayileşme yönündeki ilk güçlü adımlar bu dönemde atıldı ve bu da güçlü büyüme oranlarını, milli gelirdeki yükselişi ve istihdamı beraberinde getirdi. Türkiye 2. Dünya Savaşı’na doğru gidilirken ciddi bir iç ya da dış borcu olmayan, bütçe açığı vermeyen, enflasyonu görece düşük, iyi bir büyüme ortalaması yakalamış bir ülke olarak dikkat çekiyordu.

Savaşa girilmese de bir savaş ekonomisi izlenmesi mecburiyeti ve dünyanın içerisinde bulunduğu durum bu süreci kesintiye uğrattı; savaş bittiğindeyse ortaya iki kutuplu bir dünya düzeni çıktı ve Türkiye yönetici sınıfı antikomünist bir refleksle çok hızlı bir şekilde ABD’nin yanında hizalandı, emperyalizmle yeni ve çok derin bir entegrasyon sürecini başlattı. Bunun sonucu olarak devletçi-korumacı politikalardan vazgeçildi, planlı ekonomi ve sanayileşme perspektifi terk edildi, Türkiye ekonomisi kapitalist merkezlerin belirlediği uluslararası iş bölümüne uygun bir şekilde tarım-ticaret-hizmet sektörüne yönlendirildi, ülke yeniden borçlandırıldı ve kronik dış açıklar üzerinden yeniden yabancı sermayeye bağımlı hale geldi. 

Buna Cumhuriyet’in radikalizminin geri çekilişi, başta laiklik olmak üzere devrimlerden tavizler verilmesi, din derslerinin müfredata girmesi, imam-hatip okullarının ve Kuran kurslarının açılışı, Köy Enstitüleri’nin fiilen kapatılması, tarikat ve cemaatlerin yeniden görünür hale gelmesi eşlik etti. Emperyalizmle antikomünizm eksenli bir entegrasyon, içeride antikomünist güçlerin önünün açılmasını gerektiriyordu çünkü. 

Tek parti iktidarının başlattığı ve 10 yıllık Menderes iktidarının derinleştirdiği bu süreç 27 Mayıs’la bir süreliğine durduruldu. 27 Mayıs’ın sihirli sözcükleri “plan” ve “kalkınma” idi. Devlet planlı bir ekonomiyle kalkınmacı bir perspektifi benimseyecek, böylece hızlı bir sanayileşme söz konusu olabilecekti. Türkiye’nin çoğu bugün hala varlıklarını sürdüren ama özelleştirilerek sermayeye devredilen büyük sanayi kuruluşları bu dönemde ortaya çıktı. Devletin adımlarına paralel bir şekilde, 46 sonrası giderek güçlenen sermaye de adım adım sanayi sermayesine dönüşmeye başladı, artık hâkim sermaye fraksiyonu, uluslararası sermayeyle güçlü bağlar tesis eden sanayi sermayesi olacaktı. 

27 Mayıs’ın başlattığı süreç “vatandaşa plan değil pilav lazım” diyen ve planlamayı komünizmle eş tutan Demirel’in 1965 seçimlerinde iş başına gelmesiyle tavsadı, gevşedi; ancak sanayi sermayesinin güçlenmesi devam etti. Aynı süreçte Türkiye’de sol da ilk kez ete kemiğe bürünüyor, TİP Meclis’e giriyor, öğrenci ve emek hareketi Türkiye’nin 68’li yıllarına damga vuracak şekilde güçleniyordu. 15-16 Haziran günü yüz binlerce işçinin Kocaeli’nden İstanbul’a uzanan geniş bir coğrafyada sokağa dökülmesi devleti de sermayeyi de çok ürküttü. 

12 Mart darbesi Türkiye burjuvazisinin toplumsal uyanıştan duyduğu korkunun bir ürünüydü; üstelik o uyanış kendisini Milli Mücadele’ye ve Atatürk’e referansla meşrulaştırıyor, emperyalizme karşı yeniden bir Kurtuluş Savaşı verilmesi gerektiğini söylüyor, aydınlanmacı bir karakter taşıyor ve 1961 Anayasası’nı savunuyordu. Sermaye sınıfı ise bunun karşısında önce askere, sonra da ülkücü milliyetçiliğe ve dinci gericiliğe sarıldı; 12 Mart’tan 12 Eylül’e gidilirken dinselleşmenin dozajı arttı, Türk-İslam sentezi sermayenin kurtuluş ideolojisine dönüşmeye başladı. 

Bir sermaye darbesi olarak 12 Eylül, ülkeyi neoliberal talana açarken Türkiye kapitalizmi örgütsüz bir topluma, tevekkül ve biate ihtiyaç duyuyordu. Toplum bu süreçte bir yandan dinci gericiliğin kollarına atılırken bir yandan da yozlaştırıldı, çürütüldü. Özelleştirmecilik, piyasacılık, dincilik birbirinden güç aldı ve beslendi. 1980’lerden 2000’lere uzanırken AKP’nin gelişi ve yerleşmesi için bütün şartlar hazırdı adeta. Cumhuriyet ve Mustafa Kemal’le hesaplaşma üzerine kurulu Milli Görüş’ün içinden çıkanlar, hem sermayenin hem de başta asker olmak üzere yönetici sınıfın desteğiyle iktidar oldular ve Cumhuriyet’in tabutuna son çivinin de çakılacağı dönem açılmış oldu. 

“Burjuvazi Cumhuriyet’e ihanet etti mi” sorusunun yanıtı işte bu anlattığım tarihçede gizli. Birincisi, tarihin belli bir kesitinde, yani Soğuk Savaş’la birlikte Cumhuriyet’in yönetici sınıfı Türkiye’nin sermaye düzeninin bekası adına Cumhuriyet’in değerlerine ve radikalizmine ihanet etti; Türkiye’nin düzeni Cumhuriyet’in aydınlanmacılığını taşıyamadı. Ve ikincisi, Türkiye sermaye sınıfı kendi korkularıyla ve bekası adına Soğuk Savaş’ta emperyalizmle gericiliğin sentezine ihtiyaç duydu, 12 Mart ve 12 Eylül’ü çağırdı, dinselleşmeye ve sağa kapıları açtı ve AKP iktidarıyla da “altın vuruş”u yaptı. 

Dolayısıyla bir burjuva devrimi olarak ortaya çıkan, tarihsel bir ilerlemeye tekabül eden, bağımsızlıkçı ve aydınlanmacı bir damarı olan Cumhuriyet’in sonunu Cumhuriyet kadroları ve burjuvazi birlikte getirdi, sol düşmanlığı ve antikomünizm “Cumhuriyet’in uzun intiharı”nın kurucu zeminini teşkil etti, çöküş kendini böyle var etti. Bugün “Cumhuriyet” fikrini, Cumhuriyet idealini savunanlar ve Cumhuriyet’in kazanımlarını sahiplenenler, bir ayaklarını buraya basarken diğer yandan Cumhuriyet’i yeniden kurmaktan söz edenler, işte tam da bu ihanete işaret ediyorlar. 

Artık biliyoruz ki Cumhuriyet’e ihanet edenlerin ve onların açtıkları kapılardan girip Cumhuriyet’i yıkanların Cumhuriyet’i sahiplenmeleri, ayağa kaldırmaları, yaşatmaları mümkün değildir. Bu saatten sonra Cumhuriyet ya halkın, emekçilerin, emeğin Cumhuriyet’i olacaktır ya da olmayacaktır.