30 yıl süren sonbahar

Sonbahar filminin yapımcısı Serkan Acar'ın, ilk kez yönetmen koltuğuna oturduğu filmi "Aşk ve Devrim" vizyona girdi. 90'lı yıllarda illegal mücadele veren bir sol örgütün içinde yaşanılanları konu alan film ile ilgili Murat Akgöz'ün değerlendirme yazısını soL okurları ile paylaşıyoruz.

“Sonbahar” filminin yapımcısı Serkan Acar’ın yönetmenliğini yaptığı ilk filmi “Aşk ve Devrim” vizyona girdi. Film hakkında yazılan, konuşulan her şeyde söze, yönetmenin “Sonbahar’ın yapımcısı” olduğu hatırlatılarak başlanıyor. Bu en başta, Sonbahar’ın yakaladığı başarıdan kaynaklanıyor. Başarılı bir filmin yapımcısının yönetmen koltuğuna oturması haliyle beklentiyi de yükseltiyor.

Ama eğer Acar, Sonbahar’ın yapımcısı olmasaydı bile, iki film arasında benzerlikler kurulacağı ya da Aşk ve Devrim konuşulurken Sonbahar’ın da adının illaki anılacağı düşünülebilir. Birinde 90’lı yılların devrimci mücadelesinde yetişmiş ve o günlerinin deneyimiyle bugüne gelen Yusuf’u, diğerinde o yılların henüz içinde olan ve belki de Yusuf’un geçmişi sayılabilecek Kemal’i izliyoruz. Zira her iki filmin de zamanının sonbahar olması (hatta birine ismini vermesi), her iki yönetmenin de ikinci filmlerinin Kürt sorunu ile ilgili olması tesadüf değildir. (Serkan Acar, Aşk ve Devrim’in bir üçlemenin ilk filmi olduğunu söylüyor. İkinci filmde, Kürt siyaseti içinde gerilla mücadelesi verip, sonra kente geri dönen bir karakteri anlatmak istediğini belirtiyor)

80’lerin sonundan, 90’ların sonuna kadar geçen zamanın hem Türkiye, hem de dünya siyaseti açısından önemli bir dönemece işaret ettiği biliniyor. Neoliberal dalga, reel sosyalizmin çözülüşü, Türkiye’de yükselen Kürt siyasi hareketi ve yoğun devlet terörü söz konusu dönemde bir toplumsal travma etkisi oluşması için yeterince kuvvetli olgular. Bu dönemi anlatan ya da bu dönemin etkisiyle üretilen sanat ise ancak dönem bittikten sonra, o dönemin içinden çıkıp, her anlamda hala sağ kalabilenlerden geldi.

Söz konusu dönemde Türkiye solunda umutsuzluk, melankoli ve yabancılaşmanın ağır bastığı aşikar. Ölüm, işkence ve kaybolmanın sıradanlaştığı, iki adımdan birinde geriye bakılarak takip edilip edilmediğinin kollandığı, mücadele edenlerin ve sosyalizmin meşruiyetinin her geçen gün azaldığı bir zamandan söz ediyoruz. Ve bütün bunların üstüne gelen, hesaplaşılması, kabul edilmesi, altından kalkılması zor bir olgu: ihanet. Ama burada kast edilen, sadece “çözülenler” ya da “dönenler” değil, solun, toplumun ona ihanet ettiğini düşünmesidir. Tarihin sonu tezlerinin havada uçuştuğu, “ütopyaların” yıkılan duvarın altında kaldığı dönemin muazzam ideolojik basıncıyla solun, birçok örnekte içe kapandığı, giderek toplumdan ve hayattan koptuğu bilinen bir gerçek.

Tam da bu zamanın göbeğinde, illegal mücadele eden bir örgütün, legal çalışmasını yapan ve kadro düzeyinde olduğu anlaşılan üyelerinin hikayesini konu alıyor Aşk ve Devrim. Kemal (Gün Koper), Leyla (Deniz Denker) ve Abidin (Bedir Bedir) 90’ların başında üniversite öğrencisidir. Ancak örgüt Kemal ve Abidin’i üniversitede değil, başka bölgelerde görevlendirmiştir. Filmde kod adıyla anılan Pala (Ayber Pekcan), örgütün yurt dışında yaşayan lideri “Abi” ile Türkiye arasındaki bağlantıyı sağlar. Bir yandan da bir fabrikada işçi direnişi sürmektedir. Kemal bu direnişin örgütlenmesinde, işçi önderi Hikmet’le (Serkan Tınmaz) birlikte çalışmaktadır. Kemal ve Leyla arasında aşk ilişkisi oluşurken, Abidin’in ölümü ile ikisi de kendilerini örgütün illegal çalışmasında bulurlar. Bir zaman sonra, silahlı bir eylemin ardından, Kemal kentten uzaklaştırılıp bir köye yollanır. Orada, Kemal’in iç hesaplaşması (yada hesaplaşamaması) başlar.

Film, Gün Koper ve Deniz Denker’e, Altın Koza’da “umut veren genç kadın ve erkek oyuncu” ödüllerini getirdi. Kimi eleştirmenlerce amatör hatta filmden kopuk bulunan oyunculukları, aslında tamda filmin anlatısına uyuyor. Kemal ve Leyla “aşklarında ve devrimlerinde” gerçeklikten kopuk ve amatörler. Bu durum oyunculuklarının beceriksizlik değil tercih olduğu sanısını uyandırıyor.

Ve zaten filmin anlatısı burada yoğunlaşıyor: bu gençler, neyin içinde olduklarının, neyle karşı karşıya gelebileceklerinin farkında değiller. Film, devrimcilerin ne için, neye karşı, kimle mücadele ettiklerini cevapsız bırakıp, bu dramatik boşluğu, karakterlerin kendilerinin değilse bile, kavga verdikleri şeyin gerçekçi olmayışı cevabıyla dolduruyor. Bu durum, “Devlet” denilen bir şiddet aygıtına bir başka şiddetle cevap vererek bir tür satranç oynadıkları hissi uyandırıyor. Kelimenin tam anlamıyla “oyun oynuyorlar” ve bu oyunda kazanılan ya da kaybedilenler hayli ciddi unsurlar.

“Aşk ve Devrim” ismi filmde aşk ve devrim arasında ikilem yaşayan karakterlerin olduğu ya da hikayenin bunun üzerine örüldüğü çağrışımını yapsa da (hatta film hakkında bu şekilde yazılan bir çok eleştiri de mevcut), aslında ortada bir çelişkiden çok bir uzlaşım söz konusu. Kemal’in hissettiği aşk duygusuyla (ki çoğu zaman insanı mantıktan ve gerçeklikten uzaklaştıran bir duygudur) filmde konu edilen “devrimcilik” birçok yönden uyumlulaşıyor. Bu nedenle hikaye, bir “Aşk versus Devrim” durumu değil, tam da adında olduğu gibi “Aşk ve Devrim” üzerine kuruluyor. Çatışma, aşk ve devrim arasına değil, romantik bir devrimcilik ile hayatın gerçekliği arasında ortaya çıkıyor.

90’lı yılların sol örgütleri ittiği içe kapanma, onları gerçeklikten, hayattan kopardıkça, örgütlü insanları ağır bir melankoliye sürükledi. Kemal, Abidin’in mezarı başında şiir okurken, yoldaşlarının yanı başında polisle çatışıyor oluşu, gerçekliği zorlarken, bu travmatik melankoliye iyi bir örnek oluşturuyor.

Serkan Acar bir röportajında şöyle diyor:

“…sol, Marksizm, sınıf, devrim gibi kavramların yavaş yavaş toplumsal hayattan çıkmasına seyirci kalan bir sol ama bunu engellemek için de bir şeyler yapamayan sol. Yaptıklarının da hala geçmiş referanslarla olması ve sonuçta hiçbir kazanım elde edemedikçe geçmişe daha çok bağlanan ve bir süre sonra nostalji içinde yaşayan bir sol. İşte sol melankoli bu. Filmin asıl meselesi de bu.”

Sonbahar mevsiminde havanın puslu ve kararsız oluşu, doğanın da henüz ölmemesi ancak sararak ölüme yüz tutuşu, Kemal’in bulunduğu köyün tüm pastoral etkisini tam tersine çeviriyor. Kemal’i yıkık bir köprünün başında gördüğümüzde, köprünün, geçmişiyle mi yoksa geleceğiyle mi şu anı arasında olduğu sorusu anlamsızlaşıyor.

Filmin sonunda Kemal, Leyla’ya ihanet ederken, Abi’de ülkeye dönüp itirafçı oluyor. Böylece, 90’ların melankoli, yabancılaşma ve umutsuzluğu, ihanetle taçlanmış oluyor. Pala’nın, örgütün ondan biraz daha eski bir üyesi olduğunu sandığımız Şirin (Nefrin Tokay) ile örgütün namusunu tartışmasının ardından, Şirin ve Leyla’yı işçi direnişi çadırında görmemizle bitiyor film.

Namus, ihanet v.b. feodal eğilimlere kapı aralayabilecek kavramların, karakterlerin hayatlarında ağırlık kazanması, karakterlerin toplamda duygusallaşma boyutlarının artması, gerçeklikten koptukça içlerine kapanmaları ve orada en ilkel duygularını bulmalarından kaynaklanıyor. Devrimciliğin romantizm boyutu arttıkça, gerçeklikten çıkması ve hatta tasavufi olması kaçınılmazdır.

Filmin başlarında, Pala’nın kendi aşkını anlattığı hikayesini “kavuşunca meşk olur, kavuşmazsan aşk olur” cümlesiyle bitirmesi, Acar’ın da belirttiği gibi, bir şeye ulaşmak, kavuşmak üzere sarf edilen çabanın, o şeye ulaşmaktan daha önemli olması düşüncesindendir. Ve bu bal gibi idealizmdir.

“…Tıpkı büyük aşkların kavuşulunca bir anda sıradanlaşması gibi. Sonuçta devrim fikride aşk fikri de kavuşulmadığında bir anlam taşıyor bizim için. Ve bizim karakterlerimiz aslında devrime de aşka da kavuşmak istemiyorlar. Tıpkı yılardır Türkiye solunun yaptığı gibi. Kavuşmamak için elimizden geleni yapıyoruz.”

Serkan Acar, filminin, solu bir yüzleşmeye davet ettiğini söylüyor. Bu yüzleşmeden herkesin kendine çıkaracağı sonuçlar olduğunu düşünüyor. Aşk ve Devrim, yönetmeni neyi söylemek istiyorsa onu konuşabilmiş bir film. Aksinin zaten imkansız olduğunu bir kenara bırakarak, sanat eserinin sözünü karşıya geçirdikten sonra, alılmayıcıda nasıl bir etkisi olacağı sorununa değinilmesi gerekir.

“Ben mücadele edenlerin karşısında her zaman egemenlerin olacağı ve direnişin de hep süreceğini hatırlatmak istedim. Film de zaten böyle bir sonla bitiyor. Filmin sonunda bir umut olduğunu ve gayet Marksist bir final yaptığımı düşünüyorum”

İşte filmin “Sonbahar”la benzeşimi tam da bu etki bağlamında ortaya çıkıyor. Her iki filminde yönetmeni, filmlerinin seyircide oluşturacağı etkinin insanların hayatlarında “ilericilik” adına bir kapı aralayacağına samimi şekilde inanıyorlar.

Sonbahar mevsiminin yarattığı karamsar etki sanatta yeni kullanılan bir metafor değil. Geçmiş çağların insanları için de sonbahar kış ayının hemen öncesine, yani ekinlerin kuruyacağı, yiyecek bulmanın zorlaşacağı, yılın en çetin periyodunun hemen öncesine denk geldiği için her zaman bir hüzün ve karamsarlık taşımıştır. Yaz gibi cıvıl cıvıl bir dönemin peşinden gelen sonbahar, daha da kötü günlerin habercisidir. İki filminde bu mevsimde geçmesi bu nedenle tesadüf değildir.

Her iki filmde de, ana karakterler, kişisel hesaplaşmalarını köyde yaparlar. Oysa devrim kent merkezli bir düşünce ve kavga biçimidir. Bu, bir tür vazgeçişin simgesidir. Her iki filmde de ihanet, filmlerin çatışmalarını derinleştiren en temel unsurdur. Bu yazının konusu iki filmin karşılaştırmalı analizi olmadığından, bu değerlendirmenin, sadece birazdan söyleyeceklerime zemin oluşturduğunu belirtip burada kesiyorum.

Sonbahar tercihinin bir tesadüf olmadığının belirtilmesiyle beraber, Türkiye tarihinde sonbaharın çok manidar tesadüf ettiği bir örnek mevcuttur. 12 Eylül darbesi, sonbaharın hemen başında gerçekleşmiştir. Darbe zaten, her anlamda yeterince güçlü bir saldırıyken hemen ardından, Türkiye ve Dünya’da gelişen olaylar, darbenin etkisini uzun zamanlar sürdürmesine neden oldu. Türkiye ve dünya solunda asıl yıkımın Sovyetler Birliği’nin çözülüşüyle olduğu bir gerçek ancak 12 Eylül’ün hissiyatı hiçbir zaman Türkiye devrimcilerinin ve bütün toplumun hafızasından kazınmadı.

“Solun melankolik bir hal içinde olduğunu düşünüyorum. Büyük yıkımlar solda bir melankoli yarattı ve bunun dışına çıkamıyor. Ben de buna dahilim çünkü böyle bir film yaptım. Bu patolojiden bir an önce kurtulmamız gerekiyor.”

Aslında, Serkan Acar, bu alıntıda kendisini ele veriyor. Bu patolojiden kurtulmanın yolu, tekrar ve tekrar bu patolojiyi hatırlatmak, onunla yüzleşmek ve arınmaya çalışmaktan mı geçiyor? 90’lı yıllara baktığımızda aklımıza ilk önce örgütlerin hataları mı yoksa devletin şiddeti mi gelmeli? Elbette, Türkiye solu geçmişiyle hesaplaşmalı, hatalarını düzeltmenin yollarını aramalı. Ama bunu bugüne kadar hala yapmadıysa (ki Serkan Acar’ın düşüncesi bu yönde) bugün zaten yapamaz. Hiçbir hareket, ileriye adım atmak istediği her an dönüp tekrar geçmişini sorgulayarak ilerleyemez.

Filmin çekimlerinin yapıldığı zamanda bugünün güncelliğine birde bu şekilde oturacağı düşünülemezdi elbet ama tamda “yüzleşme” çağrılarının yapıldığı, herkesin tarihiyle ağlayarak, sızlayarak yüzleştiğini iddia ettiği, yüzergezer bir sürecin tam göbeğinde film vizyona girdi. Yüzleşmenin, yüzsüzleşmeye evrildiği bir zamanda…

Filmde söz konusu süreç, tarihsel bağlamıyla, örgüt – toplum denklemindeki uyuşmazlıkla açımlanmadan tartışılıyor. Doğal olarak, o dönemin içine kapattığı örgütü anlatırken, karakterleri güncellikten, gerçeklikten ve hayattan kopuk çizmek için toplumsal ilişkilerinden sıyırarak gösterirseniz, bu döneme vakıf olmayan seyirci ne gibi bir sonuç çıkartır? Acaba, bugünün 30 yaş altı seyircisi, içinde hiç olmadığı bir sürecin, taraflarına ve tartışmalarına vakıf değilken, hele ki yüzleşme günlerinden geçiyorken, devrimci bir örgütün nasıl olması gerektiğini mi yoksa hiç olmaması gerektiğini mi düşünür? İkincisinin ağır basacağı kaçınılmazdır.

Filmin afişinde “Aslanlar kendi tarihini yazana kadar av hikâyeleri hep avcıları övecektir” yazıyor. Bu söz egemenlerle, ezilenler arasında çekilen çizginin ezilenler tarafında duran bir tarih kavrayışını çok güzel özetliyor. Acar, filmde “biz yaralı aslanların hikayesini anlatmak istedik” diyor. Ama eğer Kemal yaralı aslansa, onu yaralayan egemenler değil örgüt ve örgütlü mücadelenin kendisidir. Bütün film, örgüt eleştirisi üzerine kurulduğuna ve film afişine filmin bütününden süzülüp gelen bir söz yazılacağına göre, film örgütlü mücadelenin nasıl yapılması yada yapılmaması gerektiğini tartışayım derken, alılmayıcı nezdinden toptan örgütü reddediyor.

Gerçekten, insanlığı ileriye doğru ittiren bir şey söylenmek isteniyorsa ki yönetmen ve senaristin bu konudaki samimiyetinden şüphe duyulmamalı, o zaman bu 30 yıldır süren sonbaharı geride bırakmak gerekir.

Murat Akgöz (soL)