Bu pazar sandığa gidiliyor: Almanya'dan seçim manzaraları

Bu pazar gün Almanya'da genel seçim yapılacak. Kampanya dönemi boyunca farklı isimler Merkel sonrası için öne çıkarken, mutlak bir çoğunluğun sağlanamayacağı belli olduğundan kapılar açık tutuluyor.

soL - Almanya

Bu pazar gün Almanya'da genel seçim yapılacak ve 16 yıllık Merkel döneminin ardından yeni bir şansölye seçilecek.

Elbette, sadece bundan dolayı değil, ama federal düzeyde yürütülen seçim kampanyalarında partilerin değil de şansölye adaylarının öne çıkmasının bir nedeni de bu.

Federal seçimden en fazla oy alarak çıkacak olan üç büyük partinin adaylarının portreleri seçim afişlerini süslerken, parti isimlerinin bilinçli bir şekilde arka planda bırakıldığı görülüyor.

Adayların isimlerinin öne çıkmasının asıl nedeni ise, ayrıntılar dışında, olası hükümet koalisyonlarında adı geçen partilerin, iç siyasetteki temel konularda aralarında ciddi farklar olmaması.

İki üç ay öncesine kadar kamuoyu yoklamalarında önde gözüken Yeşiller Partisinin (Die Grüne) şansölye adayı Annalena Baerbock'un geriye düşmesi, ardından CDU-CSU (Hristiyan Demokrat Birliği-Hristiyan Sosyal Birliği) partilerinin ortak adayı Armin Laschet'in kısa bir süre şansölyeliğin en güçlü adayı haline gelmesi ve son bir aydır sosyal demokratların (SPD) adayı Olaf Scholz'un seçimin favorisi konumuna yükselmesi, adayların başarılı hamlelerinden çok, rakiplerinin skandallarla tökezlemesinden kaynaklanıyor.

Fazla konuşma, çok konuşacaksan da bir şey anlatma

Özellikle son bir yıldır, Merkel'in ardından kadın şansölye adayı olarak ana akım medyada adı öne çıkartılan ve sermaye çevrelerinin de desteğini alan Yeşiller adayı Baerbock, seçimlere kısa bir süre kala artarda patlayan “küçük” skandallarla güç kaybetti.

İyi hesaplanmış ve ayrıntılı bir “masa başı” çalışmasıyla, Alman büyük sermayesinin itiraz edemeyeceği, seçmenlere sempatik gelecek bir şansölye adayı olarak Baerbock, adı en fazla duyulan siyasetçilerden biri haline gelmişti. Kadın, genç, sempatik, irade ve vizyon sahibi, üstelik Yeşil.

Ancak çoğu abartılı reklam ürünü gibi Baerbock’un da bir sorunu vardı: Göz alıcı ambalajın üzerinde yazılanlarla, içindeki ürün arasındaki uyumsuzluk!

Çok konuşuyor, bir şey anlatmıyordu; zaten kimse de bunu dert etmiyordu.

Sermaye memnun, Yeşiller mutlu, seçmen umutluydu.

Baerbock konuştukça, anlattığı hikâyede bazı şeyler sırıtmaya başladı.

İlk skandal, Baerbock’un yasal olarak meclis başkanlığına bildirmesi gereken gelirlerinin tamamını bildirmediği ortaya çıktığında yaşandı. Bildirim yapmayı unutmuştu. Diğer burjuva siyasetçilerinin bildirmeyi “unuttukları” meblağ ile kıyaslandığında, 20 bin avro civarındaki miktar gerçekten devede kulaktı. Ama bu miktar bile, Almanya’da taşeron firmasında çalışan bir emekçinin yıllık net ücretinden yüksekti. Emekçiler burjuva siyasetinin konusu olmadığı için bu sorun, hatanın düzeltilmesiyle unutuldu gitti.

Baerbock eşinin en büyük destekçisi olduğunu, parti başkanı ve şansölye adayı olduğu için ev işlerine zamanı olmadığını, bütün bu işleri ve çocukların bakımını eşinin yaptığını açıklıyordu. Baerbock, yine yoğun iş temposundan olsa gerek eşinin, ki o da 20 yıldır aktif bir Yeşiller üyesi, Deutsche Bahn için çalışan bir lobici, yani sermaye için kapalı kapılar ardında siyasetçilerle iş bitiren bir aracı olduğunu eklemeyi unutmuştu. Lobicilik, Yeşiller seçmeninin gözünde bile halâ hoş karşılanmayan bir meslek olmakla birlikte, bu konu da ana akım medyanın desteğiyle pek uzatılmadı.

Ardından Baerbock’un özgeçmişinde, çalıştığı dernekler ve aldığı eğitimle ilgili gerçek olmayan bilgilerin yer aldığı iddiası gündeme geldi.

Baerbock ve partisi bütün bu iddiaları geçiştirerek gündemden düşürmeyi başardılar.

Ta ki Baerbock’un yeni çıkan kitabında, bazı bölümlerin kaynak gösterilmeden başka yazılardan alındığının, yani intihal yaptığının ortaya çıkmasına kadar.

Baerbock’un kitabını aslında profesyonel bir yazarın kaleme alması sorun yaratmazken, popüler bir kitapta kaynak göstermeden alıntı yapılması ve bunun ortaya çıkartılması, bardağı taşıran son damla oldu.

Böylece Baerbock’un düşüşü başladı.

CDU-CSU Birlik Partileri şansölye adayı Armin Laschet ise (daha doğrusu seçim kampanyasını yürüten ekip) Merkel stratejisini örnek alıyordu. Tıpkı SPD adayı Olaf Scholz gibi, fazla konuşmadan, ciddi görünerek işini bilen ve kendine güvenen devlet adamı görüntüsü, seçim afişlerinin ana mesajıydı.

Zaten Laschet ve Scholz siyaset sahnesinde ön cephede yer alan tanınmış şahsiyetler oldukları için çevre ve yatırım gibi çok genel temalar dışına çıkmadan seçim kampanyalarını yürüttüler.

Merkel gibi ''teflon siyasetçi'' olarak tanınan Laschet, Kuzey Ren Vesfalya eyaleti Başbakanı olarak birçok siyasi skandal ve yolsuzluk suçlamasından yara almadan çıkmayı başarmış bir siyasetçiydi.

Geçtiğimiz aylarda yaşanan büyük sel felaketi sırasında, zarar gören bölgeyi ziyareti sırasında gülerek verdiği pozlar büyük tepki çekerken, Laschet özür dilemek zorunda kalıyordu. Artık, birlik partileri içinde bile kerhen destek bulan Laschet için de düşüş başlamıştı.

Bir yıl öncesine kadar renksiz, sıkıcı, bürokrat olarak değerlendirilen Olaf Scholz ise, kendisinde hiçbir değişiklik olmamakla birlikte, artık ciddi, güvenilir devlet adamı olarak yansıtılmayı başardı.

Diğer adaylar birbiri ardına açık verirken, diğerlerinden daha az konuştuğu için daha az hata yapan hali hazırdaki Merkel hükümetinde şansölye yardımcısı ve maliye bakanı olan Scholz'un adı, son bir ayda öne çıktı.

SPD'nin sermaye ile en içli dışlı ekibinden olan Scholz, sermaye çevrelerinin ve geleneksel bağlantıları süren sendikaların da desteğini alıyordu.

Asgari ücreti 12 Euro'ya (bir buçuk sigara paketi tutarı) çıkartacağı ve emeklik yaşını yükseltmeyeceği sözünü vermesi ve bunun koalisyon görüşmelerinde kırmızı çizgisi olduğunu açıklaması Scholz'un şansının artıran bir diğer faktör oldu. İç talebi canlandıracağı için büyük sermaye de asgari ücretin artırılmasına karşı değil.

Yine de Laschet gibi Scholz da bütün burjuva siyasetçileri gibi, özellikle emekçilere seçimler öncesi verdikleri sözleri tutmasıyla tanınmıyor...

Avrupa da olsa...

Seçimlere sayılı günler kala Olaf Scholz'un ve dolayısıyla SPD'nin birinci parti olarak seçimlerden çıkma olasılığının güçlenmesi, CDU-CSU cephesini oldukça telaşlandırdığı görülüyor.

Birlik partilerinin küçük ortağı CSU'nun başkanı ve Bavyera Eyaleti Başbakanı Markus Söder geçtiğimiz günlerde yapılan bir seçim toplantısında, bütün ciddiyetiyle, CSU üyelerinin evlerinde başka partilere oy verecek aile üyeleri olması durumunda, onlara seçim tarihini yanlış vererek kandırmalarını talep etti. Bunun şaka olarak mı yoksa gerçekten ciddi olarak mı söylendiği medyada tartışılırken, savcılık da bu talebin suç teşkil ettiğini belirterek, Söder'in ciddi olarak mı, yoksa şaka mahiyetinde mi bu sözleri sarf ettiğini belirlemek için ön soruşturma başlattı.

Seçim kampanyasının savcılık soruşturmasıyla bir komediye dönüştüğü düşünülürken, Osnabrück kenti savcılığının talebiyle, uzun süredir yürütülen bir ''kara para aklama'' soruşturması nedeniyle Berlin'deki Federal Maliye Bakanlığı'nda genel seçimlere bir hafta kala bir arama yapıldı.

Savcılık, aramanın Maliye Bakanlığı’na bağlı kara para aklanmasıyla mücadeleden sorumlu biriminin (FIU), terörle alakalı olduğundan şüphelenilen para trafiğini yetkili kurumlara zamanında bildirmemesi ile alakalı olduğunu açıklıyordu. Buna göre aramanın amacı da bakanlık ile söz konusu daire arasındaki yazışmaları inceleyerek, sorumluları bulmaktı.

Sosyal demokratlar ise bunun bir yargı skandalı olduğunu söyleyerek, ''Almanya'nın muz cumhuriyeti” konumuna düştüğünü belirtiyorlar.

Olayı skandal haline getiren, sadece arama yapılan Federal Maliye Bakanlığının başındaki ismin seçimlerin favorisi SPD adayı Olaf Scholz olması veya soruşturmanın bir yıldan uzun bir süredir sürdürülmesine rağmen, hangi acil gerekçeyle baskının seçimlere 6 gün kala yapılması değildi.

Tarafsız yargı mitosu

Bakanlıkta arama yapılması için başvuruda bulunan Osnabrück kentindeki savcılığın başındaki ismin de kararı veren Osnabrück Asliye Mahkemesi hakimlerinin de aktif CDU üyeleri oldukları biliniyor. Bundan dolayı, bakanlıktaki aramanın CDU'nun kirli bir seçim manevrası olduğu SPD çevrelerinde dile getiriliyor. Bu olay karşısında SPD genel olarak sakin bir görüntü sergiliyor.

SPD'liler bile para söz konusu olduğu zaman ne SPD'li ne de CDU'lu herhangi bir politikacının ''sütten çıkmış ak kaşık'' olduğunu açıkça belirtiyorlar. Zaten bu nedenle CDU'nun ve savcılığın bu konuda daha ileri gidemeyeceğini, hatta siyaset-yargı ilişkisini ortaya dökerek ''bağımsız yargı'' inancına zarar verdikleri için en büyük hasarı bu hamleyi yapanların alacağını belirtiyorlar.

Çevre ve Barış mücadelesinin sınırı olarak NATO

Bütün bu tartışmalar arasında, hiçbir parti seçim sonunda parlamentoda mutlak çoğunluğu sağlayamayacağı için, bütün bu kayıkçı dövüşüne rağmen hangi partilerle, nasıl bir koalisyon kurulacağı Yeşiller ve liberal partinin (FDP) alacağı tutuma bağlı olacak.

Parlamentoda temsil edilen Sol Parti (Die Linke) ise SPD ve Yeşillerle kurulacak bir koalisyonda yer kapma peşinde. Sermaye yanlısı liberal ekonomi politikalarıyla bir derdi olmayan ve SPD ile eyaletler düzeyinde kurulan koalisyon hükümetlerine katılarak bunu ispat eden Sol Parti'nin en büyük yükü, yıllardır savunduğu ''Barış Politikası''. SPD ve Yeşiller, Sol Parti, ordunun Almanya dışında görev almasına karşı çıktığı müddetçe bu parti ile federal düzeyde koalisyon kurmayacaklarını sayız kez açıkladılar.

''Federal Almanya'nın ordusuyla uluslararası arenada sorumluktan kaçmaması'' şeklinde formüle edilen ve NATO saldırılarına katkı koymayı temel alan bu ''vizyon'', solcular tarafından kısaca ''emperyalist siyaset'' olarak nitelendiriliyor. Sol Parti yönetimi ve partinin liste başı adayı Dietmar Bartsch, SPD ve Yeşillerle bir koalisyon hükümetinde yer alması durumunda Sol Parti'nin istikrarlı ve güvenilir bir ortak olacağını sıklıkla vurguluyor.

Sol Parti yönetimi federal düzeydeki yüzde 5 oy barajına takılmama hesapları yaparken, ordu ve NATO konusunda SPD ve Yeşillerin beklentilerine uygun adım atamaya hazır görünüyor ve dolaylı yoldan bunu belli ediyor. Sorun, kritik seçim öncesi her oyun önemli olduğu bir durumda, savaş karşıtı seçmenlerini de kaçırmayacak bir formül bulunamamasında. Verilen birbiriyle çelişkili farklı mesajlarla sorun çözülmeye çalışılıyor.

Yeşillerin 1998 yılında federal hükümete girme durumu ortaya çıktığında barış partisi imajından, savaş partisi pratiğine nasıl kısa sürede dönüştüğünü hatırlayanlar, sermaye politikalarıyla hiçbir sorunu olmayan Sol Parti'nin de bu son yükü omuzlarından atacağını öngörebiliyorlar.

Alman kamuoyunda tartışılan, göçmenler, faşist hareket, yabancı düşmanlığı temaları seçim kampanyalarında neredeyse hiç yer almazken, geniş emekçi kesimlerini ilgilendiren konular da asgari ücretin bir miktar arttırılması talebi dışında seçim kampanyalarının dışında kalıyor.

Göçmenler ve AB'ye giriş temelinde Türkiye konusu seçim programlarında yer bulsa da fiili seçim çalışmalarında gündeme gelmiyor.

Afd ve Atatürklü seçim propagandası

Federal Parlamentoya, oyları bir önceki seçime göre düşse de gireceği belli olan diğer parti ise faşizan AfD partisi.

AfD, Yeşillerin favori gösterildiği dönemde doğrudan ve dolaylı olarak en saldırgan siyaseti bu partiye karşı yürüttü. Bu durum iddia edildiği gibi Yeşiller solcu olmalarından değil, aynı tabandan, salgın sırasında krize giren orta sınıflardan, yani küçük burjuvazinin sınıf atlama hesapları bozulan kesimlerinden destek almalarından kaynaklanıyordu.

AfD, Türkiye ile AB görüşmelerinin hemen sonlandırılmasını isteyen bir parti. Aynı zamanda Almanya'nın da AB'den çıkmasını talep ediyor.

Faşizan AfD partisinin bu konumu, İngiltere'nin AB'den ayrılmasını isteyen güçlerle benzerlik gösteriyor. Yani emekçiler açısından değil, sermaye çıkarları açısından AB'ye (veya şu anki haliyle bu oluşuma) karşılar.

AfD, Türkiye medyasının gündemine Berlin'deki bir adayının, yerellikte Atatürk resimli bir seçim çalışması yürütmesiyle girdi. Olay provokasyon olarak görülüp bir süre tartışıldı. Bu tartışmaya, liberal solumsular da faşizm temelinde, cumhuriyetin ilerici adımlarına karşı saldırının bir aracı olarak kullanmak üzere katıldılar. Tartışma kısa sürede unutuldu.

Hâlbuki, içinde parlamenterlerin de olduğu AfD'li bazı siyasetçilerin son yıllarda birkaç kez Atatürklü açıklamalar yaptığı görülüyordu. Bu açıklamalarda, Atatürk döneminin dinciliği kamu yaşamının dışına çıkarma uygulamaları övülürken, laiklik uygulamaları olarak dinselleşme veya bir politika olarak İslamcılık değil, doğrudan doğruya Müslümanlar hedef alınıyordu.

İlginç olan, Hristiyanlığı temel kültürel bir değer olarak kabul eden AfD'nin Berlin'deki bir adayının Atatürklü bu seçim çalışmasının, antisemitist olmakla da suçlanan bu partinin ''AfD içindeki Yahudiler'' grubu üyelerinin de içinde olduğu bir kesim tarafından yapılmasıydı. Bu seçim çalışmasının Türkiye kökenli göçmenler arasındaki sınıfsal ayrılıklara odaklandığı açık olmakla birlikte, ancak uzun vadeli bir proje olması durumunda anlam kazanacağı ve tehlikeli olacağı açık.

Almanya’da seçimlere çok az bir zaman kala, birbirlerinden çok farklı olduklarını iddia etmelerine rağmen bütün düzen partilerinin ve siyasetçilerinin, ilkesizlik söz konusu olduğunda ortaklaştıkları ve aralarında hiçbir fark kalmadığı görülüyor.