'1970'lerde Bülent Ecevit önderliğindeki Almanperverlik (Alman sosyal demokrasisine hayranlık) bugün yerini tuhaf bir Angela Merkel hayranlığına bırakmaya hazırlanıyor. Koronavirüs konusundaki çabaları örnek gösteriliyor durmadan. Türkiye'nin sahibi Almanya hakkında Türkiye halkının, medyasının ve hatta solunun ne kadar bilgisiz olduğu, bilgisiz kalmayı tercih ettiği ortada...'

Temelsiz “Almanperverlik”

Avroya sırtlarını dönecekler. DM, saklı gündemde. Böyle tarihsel bir geri adıma mecbur kalabilirler. Almanya Avrupası'nın çekmecelerinde yatmıyor sadece bu proje, arka odalarda bağıra bağıra tartışılıyor... “Yok canım, daha neler?” diyen çıkabilir. Gizli veya açık AB meftunları, özellikle de solcu geçinenleri, buna ihtimal vermeyecektir elbette. Neyi görebildiler ki? Aşkın gözü kördür, malum. Biz, gözümüzü açıp emperyalist demokrasilere, en zengin metropollere bakalım: Karantinalar, sokağa çıkma yasakları olağan artık. Üretim durdu resmen. Yönetebiliyorlar mı?

Bizde yönetemiyorlar ve halka acı çektirmeye devam ediyorlar. İyi de, zenginler yönetebiliyor mu?

AB'nin parça parça olduğunu, giderek çözüldüğünü, komünistlerden çok kapitalist sistemin militanları söylüyor. Komünist geçinenlerin çoğunun, hele bizdeki o mangalda kül bırakmayan CHP ve HDP'de avcı keklik rolüne soyunmuş “demokrat ve utangaç komünistlerin”, böyle bir olasılıktan ödü kopuyor.

Önce bize bakalım: Ankara'nın İslamcıları duvara toslayalı çok oldu. Şimdi geriye çekilip çekilip yeniden tosluyorlar. İşte “camiler, kubbeler, minareler vs.” diyerek liberal solcuların yoğun desteğiyle 2002 sonunda iktidara gelenler, tüm cumhuriyet kurumlarını yerle bir ederken, dünya piyasalarındaki bol paranın da yardımıyla içerideki burjuvaziden herhangi bir tepki görmedi. Açık desteği hepimiz gördük. Birlikte semirdiler. Sonra dünya ekonomisinde tıkanmalar artınca tepişmeye başladılar. Bazı liberal solcular, misal, verdikleri hizmetlerin ardından bir tür Saddam kaderini yaşamaya başladılar. ABD, içeride komünist biçmeyi siyaset sanan Saddam'ı kullanıp kullanıp atmıştı, malum. AKP, şimdilerde, artık solculuk taslamaya da gerek duymayan eski bir maocu yeni müfrit Türkçü bir cemaatin desteğine düşmüş haldedir. Zayıf halka Türkiye, paramparça olmak üzere; iş son derece ciddi. Devrim tarihimize ve emekçi halkımıza “Oh olsun!” diyecek değiliz. İzin veremeyiz.

Ancak, Türkiye'nin emekçi katmanları ve aydın adaylarını bu zayıf halka kapitalizmine yapıştırmak için çabalar sürüyor: Umutsuzca içi boş demokrasi çağrıları yapanlar muhalefetin önüne çöreklenmiş durumda. Bu çöreklenenlerde umut arayanları çok acımasız hayal kırıklıkları bekliyor. Devrimci durum biraz da böyle bir şey. Bunlar olur yani.

Bunlar olur da, buralardan hayırlı bir iş çıkar mı? Çıkmaz. Çıkamaz.

Avrupa Almanyası'nın avro, demokrasi, sivil toplum dilenenlerin, bu “dilenme programlarıyla” çoktan şapa oturduklarını görmemiz gerekir. Neden? Çünkü yaşanan travmanın bir göstergesi var.

Türkiye solunun içeride ve dışarıda, kendisini yetiştiren sosyalist cumhuriyeti yıkarak ülkesini “Konzern demokrasisine” peşkeş çekmeyi başaran, böylece bir dünya gücünün başına geçmiş Angela Merkel'e gizliden veya açıktan övgüler yağdırması, bunu bir program sayması, durumun vehametine bir kanıt değil midir? Onlarda da deniz bitti.

ALMANPERVERLİK “PEAK” Mİ “YAPAYİ”?

Gerçekten de, 1970'lerde Bülent Ecevit önderliğindeki Almanperverlik (Alman sosyal demokrasisine hayranlık) bugün yerini tuhaf bir Angela Merkel hayranlığına bırakmaya hazırlanıyor. Koronavirüs konusundaki çabaları örnek gösteriliyor durmadan. Türkiye'nin sahibi Almanya hakkında Türkiye halkının, medyasının ve hatta solunun ne kadar bilgisiz olduğu, bilgisiz kalmayı tercih ettiği ortada. (Federal Almanya'da 60 yıllık bir kitlesel göç sonucunda 3 milyon Türkiye kökenli yerleşik insan ve dördüncü kuşağı sürdüren bu insanlara bugün hâlâ “gurbetçi vatandaş” diyebilenler var solda bile, düşünün. Türkçe de konuşan Almanyalılara alışamadı şu Türkler.)

Bir şey çok açık: 70'lerde antikomünist Ecevit rüzgârının bayrağı konumundaki Willy Brandt-Helmut Schmidt- Herbert Wehner çizgisinin günümüzdeki mirasçısı, Yeşiller destekli “Merkel sosyal demokrasisi”. SPD bugün seçim olsa tek haneli rakamlara düşebilecek kadar geri durumda. Siliniyor adım adım. Sosyalizm dışında her yola evet diyen Türk ve Kürt sosyal demokratlarının, kendi pencerelerinden, Berlin'e sonsuz bir hayranlıkla baktığını görmemek olmaz. Almanperverlik, Türk-Kürt “muhalif” siyasetinde bugün çeşitli renkleriyle egemen. Buradan yarın AfD denilen bir neofaşist eğilimle flört eden bir iktidar bile çıkabilir.

Şöyle söyleyelim: Merkel hayranlığını Türkiye'ye İmamoğlu-Yavaş-Soyer üçlemesiyle tercüme edebiliriz.

Bu, bir çaresizlik tercümesidir. Sefalete ve uşaklığa övgüdür.

Değil midir? Peki, diyelim ki, değildir.

O zaman nedir?

Şöyle bakalım: Avrupa burjuvazisi veya demokrasisi, artık her neyse, bir virüsü bahane ederek (“günah keçimiz”) yaşlı kıtanın halklarını ve işçi sınıflarını kendi rızalarıyla tutsak alabildi. Öyle görünüyor.

Çöken (veya “çökeyazan”) dünya finans sistemindeki baronlar şaşkın: Amerikan Merkez Bankası'nın her akşam piyasalara 125 milyar dolar pompaladığı biliniyor. Böyle giderse yıl sonunda 30 trilyon doları bulabilirmiş bu “açık”; öyle deniyor. Bunu aratmayacak rakamların Almanya merkezli bir çözümün parçası olarak Avrupa'da masaya konulduğuna tanık oluyoruz. Bütün bunlar, felaketin çeşitli açılardan fotoğrafını veriyor. Göreceğiz. Metropollerde de göreceğiz.

Yani sadece zayıf halka Türkiye ve benzerleri değildir yolun sonuna gelmiş olan. AB, Avrupa Merkez Bankası, hatta bir bütün olarak Avrupa demokrasisi (“neoliberal delirme”) de yolun sonuna gelmiş görünüyor. İtalya ve İspanya batarsa, Fransa da altından kalkamayacağı mali darbeler alırsa, uçuruma çekecekleri asıl ülke Almanya. Yani Avrupa. İşin ciddiyetinin herkes farkında. Herkes Avrupa kapitalizmini veya Alman kapitalizmini kurtarma konusunda çok hassas. En hassasları da yeni dönemin yükselen liberal gücü Yeşiller. İtalya ve İspanya'nın Almanya'dan yılda 112 milyar avroluk ithalat yaptığını hatırlatan Yeşiller Eşbaşkanı Robert Habeck, bu ülkelerdeki çöküşün Almanya'yı da uçuruma çekeceği uyarısını yineledi.

SOSYALİZMSİZLİĞİN FATURASI

Sosyalizmsiz bir yıkım bu. 1930'lardaki krizden daha büyük bir krizden geçiyoruz ve ortada sosyalizm yok. O zaman Sovyetler Birliği vardı. Şimdiki Çin'i o SSCB ile karşılaştırmak, en azından ayıptır. Çin, dünya emperyalist sisteminin güçlü bir parçası çoktandır. Demek ki, sosyalizmden arta kalmış şu dünyada artık her türlü felaket mümkün. Ama Küba'ya bakarak söyleyelim ki, korunmak da mümkün.

Yukarıda ve yıllardır her fırsatta yinelediğimiz gibi, dünya piyasalarına basılan karşılıksız trilyonlar (“boçlanma ekonomisi”) ancak savaş, deflasyon-hiper enflasyon sarmallarıyla eritilebilir ve bunu bütün kaşarlanmış politikacılar biliyor. İslamcı Ankara ve cahil militanları bile güdüleriyle işin vahimleştiğinin farkında. Ama iş geldi o korkunç faturaları ödeme kapısına dayandı. Kim elini cebine atabilir toplumsal bir kaos yaratmadan?

Sevindirici olan bir şey şu: Türkiye ve sorunlarını Türkçülük-Kürtçülük-İslamcılık çemberi dışında algılayamayan, içi boş demokrasi bağırtılarını çözüm sanan “sol cemaatlerin” de miyadı doldu. İslamcı barbarlık ağır bir hasar yaratarak sahneden çekilecek, ama geride Türkiye kalacak mı, bilmiyoruz. Kendilerinden hesap sorulmasını engellemek için büyük bir kaos örgütleyebilirler. Bu yıkımın altından Türklükle, Kürtlükle, sivil toplumla, demokrasiyle falan kalkmak, ancak ahmakların, daha doğrusu “yeni kullanışlı ahmakların” küçük beyinlerine sığar.

Tekrar ve misal: Avrupa ekonomisinin liderinde, bu liderliğin temeli olan sektör otomotiv, üretim yapamıyor. Bu, yaşanan krizin boyutlarına sadece bir örnek. Kriz, Avrupa'yı vurdu bile, bunu bir virüsün sırtına yıkmaya çalışanların benzini de bitti.

Bu kadar lafı, şu gerçeğin altını çizmek için sıraladık: Türkiye'nin o pek çirkin bir biçimde burun kıvrılan ilerici-devrimci tarihi, Avrupa şımarıklığına sığmaz. Genç devrimci kuşaklar muhalefete yayılan Almanperverliğin veya yeni Alman hayranlığının herhangi bir çare içermediğini, çözüme sınıfsal bir kurtuluş başlığı altında bir kopuş anlayışıyla yaklaşabileceğimizi görmeye başladı. Böyle düşünmek zorundayız. İşaretler var.