Düzen solu, halkın acı çekmesinden biraz da zevk alan, çünkü acıların kaynağının iktidardan bu sayede uzaklaştırılabileceğini ve kendisine iktidar kapılarının açılacağını düşünen bir pragmatizmin adıdır. Devrimcilik bunu yapamaz.
12 Eylül, 40 yıl geçti aradan ve hâlâ gündemde. Nasıl olmasın ki? Ülkenin yıkım süreci, nihai aşamasına bu tarihle birlikte girdi. 24 Ocak Kararları belki daha doğru, ama uygulamaya geçiş ve şiddetin toplumun tüm hücrelerine sızacak şekilde örgütlenmesi, 12 Eylül'de başladı. Halkın desteğiyle. Neyse...
12 Eylülcüler, “Eylülistler”, bir şeyi yaptılar, herkesin bildiği, gördüğü (“fara tutulmuş tavşan gibi” bakakaldığı) bir şeydi bu: Kaosu yaydılar ve derinleştirdiler, böylece faşist bir darbenin halk tarafından kabul görmesini sağladılar.
Şöyleydi: İlericilerin ve halkın kanı giderek daha çok dökülecekti, toplumsal yaşam şirazesinden çıkacaktı, böylece ekonomik krizin de kanatlandırdığı fırtınadan kurtulmak için halk üniforma ve bayrak gölgesindeki faşist-dinci bir düzenlemeye, yani boğazına sarılıp ekmeğini elinden alacak bir iktidar biçimine onay verecekti. Öyle de oldu.
Halkın acılarının artmasını bekleyip kaos ekerek, iktidarlarının önünü açtılar.
12 Eylül, böyle bir senaryonun ürünüydü. Sanki Hitler veya Mussolini ya da Franco ve Pinochet farklı mıydı?
Halkın elinden son parçaları da almak isteyen ve her şeyi kendine yamayan sermaye, önce halkın acılarını katmerli hale getiren bir toplumsal kaos yaratır ve sonra, o kaotik tablodan iktidarını sağlamlaştırarak, baskıcı bir rejimle çıkar. Bu senaryo düzen solu olmadan tutmaz.
Böyle hallerde faşizmin ikiz kardeşi sosyal demokrasinin sahneye çıkması gerekir.
Bize bakalım. Bülent Ecevit'e mesela...
Aradan bu kadar yıl geçtikten sonra, Bülent Ecevit için, Yalçın Küçük Hocamızın daha o günlerde yazdığı, ama sonra pek geliştirmediği bir tezi hatırlayarak, şunu söyleyebiliriz: 12 Eylül'e gerçekten şike bir itirazda bulunuyordu Ecevit, çünkü bir başka hesap içindeydi. Kendisi sözcüğün tam anlamıyla düzen soluydu ve askerin geleceğini, ancak bir süre sonra tıpkı Yunanistan'da olduğu gibi devre dışı bırakılacağını, kendisinin de demokrasi kahramanı olarak uzun yıllar iktidarda kalacağını sanıyordu. Biraz hapis yatmayı da göze almıştı. (Bu hesabını Tayyip Erdoğan uygulamaya soktu ve başarılı oldu.)
Uluslararası konjonktür, sözde faşizm karşıtı “demokratizmin” gelişkinliği, Avrupa komünizmi mesela, yumuşama sürecine giren reel sosyalizmdeki bazı çözülmeler, böyle düşünmesini kolaylaştırıyordu.
Yunanistan'daki Albaylar Cuntası'nın son bulmasında Kıbrıs'ın bir rolü olmuştu. Neyse işte, sonuçta Ecevit, askerin iktidara gelse bile fazla kalamayacağını sanıyordu. Hiçbir hesabı tutmadı. Ona oynayan “sosyalistlerin” hesabı da tutmadı tabii. Ülke ve toplum paramparça edildi, bütün aydınlanmacı, ilerici kazanımlar gömüldü. Dincilik şu sıralarda öldürdüğü cumhuriyeti gömmeye çalışıyor.
Demek ki, düzen muhalefetlerinin emekçi halkı acılarını hiç dikkate almadan uyguladığı yöntem, bu: Zulüm artmalıdır ki, iktidar değişimi mümkün olsun. Böyle düşünüyorlardı. Hâlâ da öyle düşünüyorlar.
Kirli oyunların en kirlisi...
12 Eylül sadece halkı değil, Avrupa'ya egemen sosyal demokrasinin de kendisine mahkûm olacağını ve destekleyeceğini biliyordu. Ecevit'in yaptığı hesapları, önce generaller ve sonra da onların meşru çocuğu “İslamcı Ankara” (AKP) üstlendi: Bunlar, içerideki ve dışarıdaki sosyal demokrasinin (“düzen solu” da diyebiliriz) desteğini, gizli veya açık, dolaylı veya dolaysız, hep arkalarında hissettiler. Faşizmle sosyal demokrasinin ikiz kardeşler olduğu tezi burada ve bu düzlemde bir kez daha doğrulanmış oldu.
Düzen solu, küresel düzlemde veya Türkiye düzleminde, aynı yolda yürümeyi biliyor: Halkın üzerindeki baskı artarsa, halk “Yetti artık!” diye ayağa kalkabilir ve öyle bir anda da “görünürdeki ilk muhalefet odağını” iktidara taşır. “Her şey değişerek, hiçbir şey değişmeden kalmış olur.” Zulüm arttıkça, emekçilerin boğazındaki el sıktıkça, düzen dışı solun, yani sosyalizmin değil, sermayenin yeni katmanlarının şansı artar. Düzen solu, halkın acılarından iktidar çıkarmanın ve sermayeye bir bütün olarak hizmet etmenin diğer adıdır.
Tarihte böyle de, bugün durum farklı mı?
Bu, bir oyun. 20'nci yüzyıldan 21'inci yüzyıla devredilen bir savaş hilesi.
Bugün düzen muhalefeti veya düzen solu, Türkiye içinde ve Avrupa'da, AKP cenderesinden kurtulmanın yolunun halk üzerindeki baskının artmaktan geçtiğini düşünmüyor mu? “Demokratlar” ve/veya “aklını demokrasiyle bozmuş solcular” (Mesut Odman), halkın acıları arttıkça, sahnede en çok kendileri göründüğü için, iktidar şanslarının arttığına inananlardır. Düzen solu, halkın acı çekmesinden biraz da zevk alan, çünkü acıların kaynağının iktidardan bu sayede uzaklaştırılabileceğini ve kendisine iktidar kapılarının açılacağını düşünen bir pragmatizmin adıdır. Devrimcilik bunu yapamaz.
“Sınıf her şeydir” diye boşuna söylemiyoruz.
27 milyon ölü veren Sovyetler Birliği'nin, İkinci Büyük Savaş'ta, faşist ve soykırımcı Nazi Almanyası'nın şehirlerini ve halkını, silah endüstrisini ve işçilerini, yukarıdan hedef gözetmeden fosfor bombalarıyla cehenneme çevirmemesinin, sınıf sorumluluğuyla/sevgisiyle bağlantılı olduğunu bu sitede çok yazdık. SSCB uçakları, İngiliz ve Amerikan uçaklarının işlediği savaş suçlarını işlemedi, işleyemedi. Olanakları olduğu halde... “Hitlerler gelir, Hitlerler gider, Alman halkı kalır” diyen bir ahlaktı o sosyalist iktidar.
Bugüne gelelim: AKP baskılarının artması gerekiyor ki, böylece düzenin büyük “muhalif” partilerine sermayeyi rahatlatan, tehlikesiz bir geçiş dönemi için iktidar yolu açılsın.
O nedenle, dışarıdan sert söylemler kullanılsa da, sonuçta içerik olarak birbirlerinden pek farkları yok.
Halk “yeter artık” diyecek ve sosyal demokratlıkları bile kuşkulu bir sürü sermaye siyasetçisini, CHP'yi, HDP'yi, İyi Parti'yi ve diğer çok küçükleri, sırf AKP'ye muhalif oldukları için, bir düzen değişikliği olmaksızın iktidara getirecek. Hesap bu.
Mezbaha değil, mezbahanın sahipleri değişecek yani. Kesim devam edecek.
Mezbahanın yıkılamayacağı, yani kapitalizmin sürekliliği yine kitlelere, en az iki-üç kuşak daha, kabul ettirilmiş olacak. Bir yeni büyük kriz, sosyalist dönüşümün krizin yegâne yanıtı olduğu tezini tekrar gündeme getirene kadar. Sermaye kısa vadeli düşünür.
Sorun, kapitalizm denilen mezbahanın yıkılması ve yepyeni bir beslenme rejimine geçiştir. Mezbaha sahiplerinin veya yöneticilerinin değişmesi, kesim süreci ve kesilenler için hiçbir şey ifade etmez.
Büyük ve gerçek dönüşümü, devrim ve sosyalizmi bir lütuf veya tarihin kazası değil, doğal hak sayanlar, meşru hak olarak görenler başarabilir.
Krizin acımasızca derinleştiği günlerde, sermayeden özür dileyip onun şu veya bu kesiminden el almaya çalışan “cahil demokratlar” değil.
Ayrılar ayrı yere...