Bugün Türkiye’de siyasal kutuplaşmada taraflar yeniden belirleniyor ve İslamcı-ülkücü sağın karşısında seküler milliyetçi sağ kendini giderek tahkim ediyor ve güçleniyor.

Sağın cenderesindeki Türkiye

Kronik olarak döviz bağımlısı Türkiye kapitalizmi uzunca bir süredir döviz yoksunluğu çekiyor, bu yüzden Mehmet Şimşek’in programının temel hedeflerinden birini ülkeye yabancı sermaye/döviz girişini hızlandırmak ve böylece olası bir ödemeler dengesi krizinin önüne geçmek oluşturuyor.

Ancak bu sefer “küçük” bir problem var; geçmişte Şimşek tarzı politikalara IMF ile yapılan anlaşmalar eşlik ederdi. Yani içeride bir kemer sıkma programı hazırlanır ve IMF’ye “bakın biz işçinin, memurun, halkın ekmeğini küçültmeyi taahhüt ediyoruz” denirdi; böylece hem IMF’den borç alınır hem de ülkeye daha fazla sıcak para girişi sağlanırdı, bunun kaynağı ise batı sermayesi olurdu. Bu sefer ise hem IMF’yle bir kredi anlaşma yapılmıyor hem de “öngörülemezlik” nedeniyle finans kapital Türkiye’ye gelmeyi yeterince tercih etmiyor.

Batıdan para gelmemesi kaçınılmaz olarak beraberinde birtakım sonuçlar doğuruyor. Birincisi, döviz girişi adına “ne pahasına olursa olsun ihracat” anlayışıyla hareket ediliyor ve böylece ihracatçı patronlara halkın cebinden ucuz kredi dağıtılıyor, emek maliyetleri düşsün diye işçiye açlık sınırının altında maaş veriliyor ve uluslararası rekabet adına TL’nin değeri sürekli düşürülüyor ve tüm bunlar bir arada halkı yoksullaştırıyor.  

İkincisi, ülke yabancılar için bir açık hava AVM’sine ve emlak ofisine dönüştürülüyor, komşu ülkelerden sınırı geçen yabancılar, paralarının değeri TL karşısında yüksek olduğu için ucuza alışveriş yapabiliyor, ne bulurlarsa satın alıyorlar. Aynı şekilde çılgınca bir arazi ve emlak satışı yapılıyor, üstelik belli bir rakamın üstündeki alımlarda vatandaşlık da veriliyor. Eskiden Almanlar, İngilizler, Ruslar emlak sektörünün gözdesiyken son yıllarda özellikle ibre giderek Arap zenginlerden yana kayıyor.

Ve üçüncüsü, batıdan gelmeyen dövizin Körfez sermayesinden girecek sermaye ile ikame edilmesine çalışılıyor. İstanbul’daki konsolosluğunda Cemal Kaşıkçı’yı öldürüp asitle öldüren Suud krallığıyla ve darbenin arkasında olduğu söylenen ve halen Sedat Peker’e ev sahipliği yapan Birleşik Arap Emirlikleri’yle geçmişe bir perde çekilerek yeniden ilişki kurulmasının nedeni “ümmet kardeşliği” değil yani.   

Son günlerde yaşanan gelişmelere bu perspektiften bakmak olan biteni anlamak açısından faydalı olabilir. 

Önce Trabzon’da iki Kuveytli turistin tartışmasına polisin müdahalesi esnasında bir vatandaş durumdan vazife çıkarıyor ve turistlerden birini yumrukluyor. Yaşanan bu hadise nedeniyle vatandaşın tutuklanması yetmiyormuş gibi, ardı ardına açıklamalar yapılıyor, gayri resmi de olsa Körfez ülkelerinden özürler dileniyor, misafirperverlik açıklamaları yapılıyor. 

Ardından toplumdaki sığınmacılara yönelik infial halini besleyecek şekilde ve çoğu yalan yanlış haber yapan sosyal medya hesaplarının ve haber sitelerinin yöneticileri gözaltına alınarak tutuklanıyor. Bunların çoğunun ülkücü kökenli ama Bahçeli yönetimine muhalif, seküler milliyetçi isimler olduğunu biliyoruz. Türkiye’de yükselmekte olan ve bu köşede de sık sık üzerinde durduğumuz seküler milliyetçilik kendisini sosyal medya üzerinden var ettiği için bu operasyonun asla küçümsenmemesi gerekiyor.

Söz konusu operasyonun farklı boyutları var elbette. Öncelikle Bahçeli’nin gözaltılardan sadece bir gün önce yaptığı basın toplantısında “sığınmacı sorununu iç karışıklık çıkarmak için kullananlar artık hadlerini aşma noktasına gelmiştir” dediğini biliyoruz örneğin. Bahçeli muhtemelen ülkücü/milliyetçi tabanda mülteci sorunundan beslenen yeni seküler milliyetçiliğe doğru bir kayış olduğunu görüyor ve milliyetçiliğin asli sahibi olma iddiasının ötesinde artık devletin de asli sahiplerinden biri olarak “radikal sağ” bir dalganın yükselişine set çekebileceğini düşündüğü bir gözdağı çağrısında bulunuyor. Bu çağrı karşılıksız kalmıyor ve 24 saat sonra gözaltı dalgası başlıyor.

Aynı endişeyi elbette ki AKP de taşıyor; yani bir dip dalgası olarak seküler milliyetçiliğin yükselişini ve her ne kadar göçmenleri/sığınmacıları hedefe yerleştirse de bunun esas olarak kendilerine yönelik bir tepki olduğunu görüyor. Dahası, belki de devletin içerisinde göçmen/sığınmacı meselesini bir beka sorunu olarak değerlendiren ve bunun üzerinden iktidar üzerinde basınç yaratan bir kanat ya da odak var ve AKP bunun da endişesini duyuyor.

Güncel endişe ise elbette ki Arap turistlerin buradan elini ayağını çekme ve Körfez sermayesinin Türkiye’ye gelmeme ihtimalinden kaynaklanıyor. İşte ihtiyaç duyulan dövizin batıdan gelmediği bir konjonktürde, bu operasyon aracılığıyla gerçekleşme ihtimali yüksek bir döviz krizine çözüm bulmak için bütün umutların bağlandığı Körfez sermayesine bir mesaj veriliyor. Yandaş medyanın önemli isimlerinin, toplumdaki infial halini besleyeceği bilindiği halde Körfez ülkelerine “ümmet kardeşliği” videosuyla seslenmesinin ise verilen mesajın diğer ayağını oluşturduğu görülebiliyor. 

Türkiye kapitalizmi gelmesini engelleyemeyeceği bir krize doğru sürükleniyor, özellikle “ne pahasına olursa olsun ihracat” anlayışının sonuna doğru gelindiğine doğru işaretler çoğalıyor, çünkü bütün veriler “ihracat iklimi”nin bozulduğunu gösteriyor. Sermaye düzeni uzun vadede engel olamayacağı bu krizi kısa vadede bir yandan yoksullaştırma politikalarıyla halkın sırtına yıkarken öte yandan da Arap sermayesinin, Körfez zenginlerinin karşısında diz çöküyor. 

Enflasyon ve yoksullaşma dönemlerinde halk, içinde bulunduğu sefalet halinin faturasını günah keçilerine yıkmaya meyilli olur; faşist hareketler de bu ruh halinin üzerinde yükselir. Bugün Türkiye’de bu köşede çokça anlatıldığı üzere özellikle alt-orta sınıflar arasında iktidarın izlediği politikalara karşı, göçmen ve sığınmacı meselesini merkeze alan reaksiyoner bir hareket olarak seküler milliyetçiliğin yükseldiğini görebiliyoruz. 

Bu akımın seküler bir karakter taşıması onun siyasi yelpazenin sağında olduğu ve neo-faşist bir karakter taşıdığı gerçeğini değiştirmiyor. Solun ve emek hareketinin yükseldiği bir konjonktürde bu akımın anında antikomünist karakterini ortaya koyacağının işaretlerini, Yılmaz Güney tartışmasına ve solun değerlerine yönelik saldırı girişimlerine bakarak kolaylıkla görmemiz mümkün. Dolayısıyla İslamcılığın karşısında olması seküler milliyetçiliğin de siyaseten hasmımız olduğu gerçeğini değiştirmiyor.

Bugün Türkiye’de siyasal kutuplaşmada taraflar yeniden belirleniyor ve İslamcı-ülkücü sağın karşısında seküler milliyetçi sağ kendini giderek tahkim ediyor ve güçleniyor. Sadece İYİP ya da Zafer Partisi değil, hiç adını duymadığımız birtakım oluşumlar da -paramiliter birer yapıya dönüşebileceklerinin işaretlerini vererek üstelik- o alanda kendilerine yer açmaya ve örgütlenmeye çalışıyorlar. Yani Türkiye’de bir kez daha sağın alternatifi olarak yine sağın sahneye çıktığı ama yeni bir sağın ortaya çıktığı, yeni bir döneme giriliyor. 

Eğer Türkiye’de sol kendine toplumsallaşma ve kitleselleşme kanalları bulamazsa, doğru bir yerden hegemonya mücadelesi vermezse ve emekçi sınıfları siyaset sahnesine taşımayı başaramazsa, ülke hem farklı sağcılıkların cenderesi altında kendi felaketine doğru daha hızla yol alacak hem de sağ içi kavga sağın içinde kalmayacak, soldan geriye kalan ne varsa onu da boğacak, yok edecek. 

Tam da bu nedenle meselenin giderek sözcüğün gerçek anlamında bir varoluş mücadelesine dönüştüğünü görmek ve buna uygun bir stratejiyi hayata geçirmek gerekiyor.