İnsanlığın yakın tarihi anlamak için geliştirdiği bu temel kavramı, egemen sınıf-devlet ilişkisini gizlediğiniz zaman her şey gölge altında kalır, tarih bulanıklığa gömülür.

Oppenheimer filmi neyi gizliyor?

Yaz sıcağında ve artık sinema salonunda film seyretmenin tükenmeye yüz tuttuğu bir dönemde Oppenheimer filmi iyi gişe yaptı. Film gerçi tarih meraklılar için bir belgesel niteliğindeydi ama gişe yapması muhtemelen Hollywood sermayesinin reklam gücüne dayanıyordu.

Filmi daha yeni seyredebildiğim için şimdi yazabiliyorum, oysa bugüne kadar Sol’da bu konuya değinen değerli yazılar çıktı. Hasan Karabıyık, Serdal Bahçe ve Fatih Yaşlı birçok önemli noktayı ve filmdeki tarihsel çarpıtmaları ele aldılar.

Bu yazıda ise okuyucuların filmi seyrettiğini varsayıp ayrıntılardan çok Hollywood filminin en büyük yalanı nerede söylediğine odaklanacağız

Filmin salgıladığı en önemli yanılsama ABD’de devletin niteliğine ilişkindi. ABD’de devlet tepeden tırnağa tekelleşmiş sermaye sınıfına aittir. Dev sanayi, banka ve ticaret tekellerinin gereksinimlerini, bu sınıfın emperyalist amaçlarını, sömürüye rağmen emekçileri düzene bağlamanın yollarını, kârlarını en üst düzeyde elde etmenin araçlarını sağlamak için vardır.

İnsanlığın yakın tarihi anlamak için geliştirdiği bu temel kavramı, egemen sınıf-devlet ilişkisini gizlediğiniz zaman her şey gölge altında kalır, tarih bulanıklığa gömülür. Film ABD devletini iyi ve kötü, hırslı ve makul, komplocu ve hakkaniyetli insanları içeren ama Almanya ve Japonya’da çıkan kötülüklere karşı savaşan en nihayetinde iyi niyetli bir oluşum olarak sunar. Hâlbuki tekelci sermayenin devleti(leri) amaçları için her türlü cinayeti işleyecek bir öze sahiptir.

Devlet nasıl tekelci sermayenin bir bürosu haline gelir? 

Somut olarak bazen sermayedarlar doğrudan devlet mekanizmasına girerler, birçok kez büyük şirketlerin yöneticileri siyasi olarak rol alırlar, ama çoğu kez kariyerini tekelci sermayenin çıkarlarını korumak üzere inşa eden bürokrat ve siyasiler devleti yönlendirir. Sermaye birçok dolaylı dolayımsız araç ile devleti kontrolü altında tutar.

ABD’nin 80 yıl önceki tarihinden bunu anlamak zor gelebilir okuyucuya, Türkiye’den bir örnek verelim. Turgut Özal 1980 darbesi öncesinde Metal Sanayicileri Sendikası’nın, yani Türkiye’deki en azılı işçi sınıfı düşmanı patron örgütünün sekreteriydi. Askeri darbeden sonra Generaller Turgut Özal’ı tekelci sermayenin programı uygulanabilsin diye yönetime getirdiler.

Oppenheimer ABD’li komünistlerle buluştuğunda Kapital’in üç cildini okuduğunu söylüyor. Gerçekten üstün bir zekâ kapasitesine sahip Oppenheimer için Kapital’in üç cildini bir çırpıda okumak iyi bir gösteriymiş, tıpkı üç hafta Hollanda diline çalışıp o dilde konferans vermesi gibi.

Eğer Oppenheimer hava atmak için Kapital’in üç cildini okuyacağına, Lenin’in Kapitalizmin Son Aşaması Emperyalizm kitabını okusaydı, bu devlete kitle imha silahı üretmek için belki yamanmazdı. 

ABD Oppenheimer’daki zaafı fark edip o kadar komünistin arasından çekip nükleer silah üretecek dev projede bilim ekibinin başına getiriyor, işçi sınıfı açısından bir başarısızlık, tekelci sermaye açısından ise tarihi bir başarı.

Bunun münferit bir olay olduğunu sanmayın, sadece pandemi esnasında Türkiye’de Sağlık Bakanı’nın etrafında toplanan Bilim Kurulu’na baksanız ne demek istediğimiz daha iyi anlaşılır.

ABD 2. Dünya Savaşı’nda Japonya ve Almanya ile emperyalist bir paylaşım savaşı içindeydi bir yandan ama diğer yandan özellikle Alman faşizmi ile Sovyetler Birliği’ne karşı gizli müttefikti. Alman ordusunun Sovyetler Birliği’ni ezmesini büyük bir arzu ile bekledikleri, ancak Kızıl Ordu önünde çekilmeye başlayınca ve yenilgi kesinleşince Avrupa’da cephe açtıkları çok iyi biliniyor.

Sonuçta tekelci sermayenin bir siyasi rejimi olan faşizme karşı mücadelede işçi sınıfının sermayenin değişik klikleriyle işbirliği yapmasının hep sorunlu bir yanı olmuştur. Ancak faşizme karşı bir emperyalist devletle işbirliğinin çok vahim sonuçlar doğuracağını biliyoruz artık. Projede yer alan bilim insanlarının motivasyonu eğer Almanlardan önce nükleer silah üretmek idiyse, bunun bedelini ABD’nin işlediği cinayetlere ortak edilerek ödediler.

Nükleer silahın üretildiği projedeki onlarca bilim insanının hadi sermaye-devlet-emperyalizm soyutlamasından bihaber olduklarını kabul edelim, ancak dâhil oldukları cinayet şebekesinin karakterini anlamaları için birçok fırsat vardı önlerinde.

Örneğin, Hiroşima’ya atom bombası atmadan beş ay kadar önce Tokyo’da sivil halkın üzerine tonlarca yangın bombası atıp 100 binden fazla insanın katline neden olmaları gibi. Veya daha önce ele aldığımız, Dresden katliamı gibi.

Sovyetler Birliği’nin ilerlemesini durdurmak ve daha fazla siyasi coğrafya ile etkileşimini kesmek için öylesine gözleri dönmüştü ki işlemeyecekleri katliam kalmamıştı.

Filmde işimize yarayacak bir ayrıntıya dikkat çekelim. Los Alamos’taki proje merkezinde iki büyük cam kavanozu üç yıl içinde yavaş yavaş bilye ile doldururlar. Kavanozun hacmi atom bombası yapabilmek için gerekli uranyum ve plütonyum izotoplarının miktarını simgelemektedir. Projeye uranyum madenciliği ve reaktörlerde saflaştırılması dâhildir. Ancak o günkü teknoloji ile atom bombası yapmak için izotopların ne kadar yavaş üretildiğini simgeler.

Eğer bu cinayet makinesinin elinde Kızıl Ordu’yu durduracak kadar atom bombası olsaydı 1945-49 aralığında kullanacakları kesindi. Sovyetler Birliği de atom bombası üretince hevesleri kursaklarında kaldı.

***

Bu arada aylardır süren Hollywood grevi devam ediyor. Oyuncuları, çalışanları, senaryo yazarlarını buradan selamlıyoruz. Umarız iş güvencesi ve ücret taleplerinin yanına gerçeğin çarpıtılmadığı bir kültür için de mücadeleyi eklerler.