Bugün faşistler Güney’i eleştirmiyorlar, ona kudurmuş bir ruh hali içerisinde saldırıyorlar ve bu saldırı toplumu ilerletmek adına değil, bilakis geriletmek, aklını fikrini iğdiş etmek için yapılıyor.

Bizim Yılmaz Güney

Yılmaz Güney 9 Eylül 1984’de, memleketinden uzakta bir yerde, Paris’te öldü, yani tam 39 yıldır hayatta değil. 

Kamusal figürlerin öldükten sonra da tartışılmaya devam edilmesinde şaşırtıcı bir yan yok elbette ama uzun yıllar önce yaşamını yitirmiş bir insanın sanki halen hayattaymış gibi böylesine yoğun bir linç ve itibarsızlaştırma kampanyasına maruz bırakılması üzerine düşünmek gerekiyor. 

Öyle bir kampanya ki bu, sanki Güney yeni bir film çekmiş, uluslararası bir sinema ödülü kazanmış ya da vatandaşlığı iade edilmiş de ülkeye dönüyormuş, yani yeni ve güncel bir gelişme yaşanmış gibi kendini sürekli tazeleyen bir teyakkuz hali, salyalı bir iştah var ortada. 

Ya da sanki birileri çıkıp “Yılmaz Güney ne yaptıysa iyi yapmıştır, eleştirilemez, sorgulanamaz” demiş, “Güney’e dokunma” kampanyası başlatmış gibi “ama bakın kadına şiddet, ama bakın cinayet…” diye feveran eden, Güney’in ismi üzerinde tepinen bir histeri gösterisiyle karşı karşıyayız. 

Bu histerik teyakkuzun bir boyutunda batıdan ithal “cancel kültürü” akımı var elbette. 

Türkçeye “iptal kültürü” diye çevirdiğimiz bu akım şimdi Yılmaz Güney’in “suç ve günahları” üzerinden onu “iptal etmeye”, yani siyasi kimliğini, sanatını, filmlerini, yönetmenliğini itibarsızlaştırmaya çalışıyor. 

Güney’e baktığında kadınlara şiddet uygulayan bir maçodan, feodal arızalarla yüklü bir taşralıdan başka bir şey görmeyen, onun kabadayılık ve erkeklik ikliminin en sert koşulları içerisinden çıkıp kendisini nasıl dönüştürdüğünü, sosyalizmi benimseyip içselleştirdikçe kadın meselesine bakışını nasıl değiştirdiğini duymak ve anlamak istemeyen, en naif ifadeyle “ahmaklık” diyebileceğimiz bir tutum var burada. 

Mesele sadece liberalizmle iltisaklı bu ahmaklıkla sınırlı olsaydı olan biteni çok da umursayabilir, gülüp geçebilirdik yaşananlara aslında ama böyle değil. Ortada bu ahmaklığı aşan son derece bilinçli, planlı, programlı bir saldırı var. Bu saldırının tertiplendiği mecra ise Türkiye siyasetinin yeni fenomenlerinden biri olan seküler milliyetçilik.

Türkiye’de milliyetçiliğin seküler versiyonları daha önce de görüldü ama artık karşımızda yepyeni bir olgu bulunuyor. AKP’yle ortaklık yapan MHP’ye muhalif, İYİP’in merkez sağ bir parti olmakla milliyetçi bir parti olmak arasındaki mütereddit halinden hoşnutsuz, bu nedenle de yüzü kısmen Memleket Partisi’ne dönük ama esas olarak kendini Zafer Partisi’nde ifade eden yeni bir milliyetçilik biçimi bu.

Var oluş nedenini AKP karşıtlığından alan ama onunla cepheden karşı karşıya gelmeyen, onun yerine mülteci meselesini siyasi motivasyonunun merkezine yerleştiren, yaşanan çoklu kriz konjonktürünün yarattığı çaresizlik, umutsuzluk ve öfke yüklü hissiyatı mültecilere yükleyip onları günah keçisi haline getiren ve bunun üzerinden kitleselleşen, seküler nitelikli ama aynı zamanda Avrupa’daki neo-faşist/sağ popülist akımlara benzeyen bir akımla karşı karşıyayız.

Bu akım hem tarihi hem de tarihsel figürleri kendi gündemine eklemlemekte hayli mahir: Mustafa Kemal’den Enver Paşa’ya, Atsız’dan Çatlı’ya, hatta Kenan Evren’e uzanan bir bulamaç var ortada. Tarihsel olarak aslında öyle kolay kolay aynı yerde konumlandırılamayacak bu figürler, seçmeci bir yöntemle ve “Türkçülük” üst başlığında bir araya getiriliyor, hepsi aynı kanona yerleştiriliyor seküler milliyetçiliğin söyleminde. 

Örneğin bir bakıyorsunuz Milli Mücadele boyunca birbiriyle liderlik kavgası vermiş, birbirlerinden hiç hazzetmeyen, iki farklı siyasi eğilimi ve stratejiyi temsil eden Enver ve Mustafa Kemal aynı potada kolaylıkla eritilebiliyor. Mustafa Kemal’i hiç sevmediğini bildiğimiz Atsız’a duyulan hayranlıkla “Atsızcı” olunuyor ama aynı zamanda Mustafa Kemal’e de “Başbuğ” denilebiliyor. Bir yandan Çatlı gibi isimler kahramanlaştırılıyor ama öte yandan Kenan Evren de “anarşiyi bitiren devlet adamı” olarak övgülere mazhar olabiliyor.  

Bu lümpen ve apolitik politize olma biçimi en çok genç kuşakta karşılığını buluyor elbette. Özellikle giderek yoksullaşan alt-orta sınıftan ailelerin çocukları, çoklu kriz konjonktüründe yaşadıkları geleceksizlik hissini, kolektif depresyonu ve hıncı, güçlü bir solun ve emek hareketinin yokluğunun yarattığı bir atmosferde bu akıma sığınarak ifade ediyorlar 

Geleceği olmayan genç kitleler hayali bir geçmişe sığınıyor, kendilerine birtakım kahramanlar yaratıyor, bununla avunuyorlar. Bugüne bakarken ise içerisinde bulundukları durumun esas sorumlusunu, yani Türkiye kapitalizmini görmekten aciz oldukları için öfkelerini günah keçisi olarak seçilen mültecilere yöneltiyorlar. Bunun üzerinden ortaya bir Türklük fetişizmi çıkıyor ve bütün fetişler gibi bu da hakikatin üzerini örtmekten başka bir şeye yaramıyor.

İşte Yılmaz Güney’e yönelik sistematik linç kampanyasının gerisinde tam olarak bu var. Sözünü ettiğimiz yeni seküler milliyetçilik, bütün milliyetçilikler gibi antikomünist karakteriyle temayüz ediyor ve birkaç sosyal medya trolünün öncülüğünde aslında sadece Güney’e değil Türkiye solunun bütün bir tarihine, bütün değerlerine saldırılıyor, Güney üzerinden faşist bir “put kırıcılık” operasyonu yürütülüyor. 

Bu da elbette en çok “kültürel hegemonyayı kuramadık” şikâyetinin sahiplerini, yani İslamcıları mutlu ediyor. Yeni Şafak yazarlarından birinin sol için "tanrılarının fanusunda hafif bir çatlak oluştu. Darısı Mahir’inden Deniz’ine, Ertuğrul’undan bilmem kimine kadar diğer tanrı ve tanrımsıların başına" demesi nedensiz değil yani. 

Bu operasyonu yürütenler ve destekçileri, Yılmaz Güney’in Nazım Hikmet’le, Sabahattin Ali’yle, Aziz Nesin’le, Ahmed Arif’le, Ahmet Kaya’yla, Denizlerle, Mahirlerle birlikte Türkiye halkının zihninde ve kalbinde tuttuğu yeri çok iyi biliyorlar. Sol bugün zayıf da olsa güçsüz de olsa, sol denildiğinde toplumun aklına ilk gelen bu isimlerin kuşaktan kuşağa, nesilden nesle aktarılan bir sevgi ve saygıyla kuşatıldıklarının farkındalar.

Eleştiri, Marksizm’in özüdür, Marx’ın bütün bir düşünsel yaşamı eleştiri kavramı üzerinden açıklanabilir. Marksizm eleştiriyle ilerlemiş, en sert eleştirileri Marksistler birbirlerine yöneltmişlerdir. Bu, dünyada da Türkiye’de de böyledir. Marksistler, sosyalistler, devrimciler için kimse eleştirilemez, kimse kutsal değildir ve buna hem Yılmaz Güney hem de saydığım diğer isimler dâhildir. Ancak eleştiri ilerletiyorsa, dönüştürüyorsa kıymetlidir. 

Bugün faşistler Güney’i eleştirmiyorlar, ona kudurmuş bir ruh hali içerisinde saldırıyorlar ve bu saldırı toplumu ilerletmek adına değil, bilakis geriletmek, aklını fikrini iğdiş etmek için yapılıyor. Faşizm budur, toplumsal aklı kötürümleştirir, toplumu aptallaştırır, kitleleri robotlaştırarak teslim alır.

Güney’e yönelik saldırı, bu kötürümleştirme, aptallaştırma, robotlaştırma siyasetinin bir parçasıdır ve buna teslim olmamak gerekir.

Yılmaz Güney ve şairiyle, yazarıyla, sinemacısıyla, militanıyla solun yarattığı bütün figürler, bütün değerler bizimdir; bazen eleştiririz, kızarız, kavga ederiz, öfkeleniriz, üzülürüz belki ama hiçbirini 6. Filo’ya secde edenlerin ve NATO mermisiyle halk düşmanlığı yapanların soyundan gelme yeni yetme çakallara, zombileştirilmiş veletlere yedirmeyiz. 

Güney bizimdir, emekçi halkımızındır, devrimcilerindir, sahipsiz değildir. Kırk yıldır nasıl unutulmadıysa bundan kırk yıl sonra da unutulmayacak, filmleri izlenecek, kitapları okunacak, adı ve sanatı halkla, devrimle ve başka bir dünya için verilen kavgayla birlikte anılmaya devam edecektir.