Bugün gelinen noktada içinde bulunduğumuz durumun ana nedeninin doğrudan Türkiye kapitalizminin yapısal bozukluklarından kaynaklandığını kabul edip düzen içi çözümler öneren bir siyaset dahi yok.

70 sent uğruna

Süleyman Demirel 1970’lerin sonunda “70 sente muhtacız” cümlesini kurduğunda, 12 Eylül’e doğru giden Türkiye’nin içinde bulunduğu ekonomik durumu kendine has üslubuyla ortaya koymuş oluyordu. Durumun farkında olan ise sadece Demirel değildi, Türkiye sermaye sınıfı ve onun örgütü TÜSİAD da yaşanan kronik döviz krizinin farkındaydı ve radikal bir çözümün peşinde koşuyordu: Ekonominin ihracata yönlendirilerek liberalize edilmesi.

Elbette ki bu öyle kolay bir iş değildi. Basit bir IMF programının ötesinde ithal ikameci birikim rejiminden ihracata dayalı birikim rejimine geçiş gerekiyordu ve bu da uluslararası rekabet adına hem yerli paranın alım gücünün hem de reel ücretlerin aşağıya çekilmesini, yani halkın hızlı bir şekilde yoksullaştırılmasını zorunlu kılıyordu. Emek hareketinin ve solun gücü ise böylesine radikal bir geçişi imkânsıza yakın hale getiriyordu.

İşte ülkeyi neoliberal talana açan 24 Ocak Kararları, ancak 12 Eylül darbesiyle birlikte bir anlam kazanabildi; kâğıt üzerinde olmaktan çıkıp uygulanır oldu, sermayenin programı asker postalıyla hayat buldu, buna emek hareketinin ve solun acımasızca ezilmesiyle Türk-İslam sentezinin devletin yeni ideolojisi haline gelmesi eşlik etti.

24 Ocak’ı darbecilerle birlikte uygulamaya koyan Turgut Özal, 1983 seçimlerinde başbakan seçilince neoliberal politikalar derinleşmeye ve bir ihracat fetişizmi yaşanmaya başladı. Ekonominin dışa açılmasına, liberalleşmesine, Türk iş insanlarının uluslararası piyasalara açılmasına, ülkeye lüks tüketim ürünlerinin serbestçe girişine övgüler düzülüyor, buradan yeni bir kültür ve ahlak yaratılıyordu.  

“Benim memurum işini bilir”ler, “ben zenginleri severim”ler, hayali ihracat aracılığıyla palazlanan yeni zenginler, köşe dönmeciliğin toplumun geniş kesimlerine sirayet etmesi bu yeni kültür ve ahlakın birer ürünüydü. Bunu topluma empoze edenler ise 12 Eylül öncesi solun içerisinde yer alıp sonrasında hidayete eren ve piyasa tanrılarına tapmaya başlayan Ertuğrul Özkök, Hasan Cemal, Serdar Turgut gibi isimler oldu.

Özellikle 90’ların başında Sovyetler’in yıkılmasıyla birlikte neoliberalizm mutlak bir zafer havasına büründü; dünya küreselleşiyordu, küreselleşme bütün uluslara refah getirecekti, ideolojilerin modası geçmişti, Türkiye de küreselleşme içerisindeki yerini almalıydı vs. Oysa Türkiye kapitalizmi yeni krizlere doğru yol alıyordu; çünkü ihracat fetişizmi de ekonominin döviz bağımlılığını ortadan kaldırmamış, bu bağımlılığı azaltacak gerçek önlemler alınmamış, ekonomi giderek sıcak para akımlarının insafına terk edilir hale gelmişti. 

Tüm bir 90’lı yıllara yayılan bu ekonomik krizlerin siyasal ve toplumsal alandaki krizlerle birleşmesinin neticesi 2000’lerin başında AKP’nin Türkiye’nin düzen güçlerinin büyük mutabakatıyla iş başına gelmesi oldu. AKP’nin iş başına geldiği dönem –ki AKP’nin en büyük şansı buydu- dünyada sıcak paranın anormal derecede bol olduğu bir dönemdi. Bu bolluktan Türkiye ekonomisi de yararlandı ve uzunca bir süre döviz krizi yaşanmadı, faizler düşük kaldı, halk daha ucuz tüketim olanaklarına kavuştu. Ancak bu esnada ekonominin temel sorunu, yani döviz bağımlılığı unutuldu, kapitalizmin sınırları içerisinde atılabilecek ve uzun vadede kapitalizmin işine yarayacak birtakım adımlar atılmadı. 

Ancak küresel kapitalizmin 2008 krizinin artçı sancılarının yaşanmaya devam ettiği 2013’ten itibaren bir parasal sıkılaşma durumu ortaya çıkınca, Türkiye’ye giren sıcak para azalmaya başladı ve buna paralel bir şekilde eski hastalık bir kez daha nüksetti. Bunun neticesi de döviz kurlarının tekrar yükselmesi, ekonominin tekrar dolarize olması, enflasyonun tekrar artışı ve hayat pahalılığı oldu. 

2021’in sonlarında “küçük Çin” olma hevesiyle ve çarkların her ne pahasına olursa olsun dönmesi adına politika faizinin yapay bir şekilde aşağıya çekilmesi ise aynı anda kurları ve enflasyonu patlattı. Ülke çok hızlı bir bölüşüm krizine sürüklendi, üretilen zenginlikten sermayenin aldığı pay katlanarak artarken, emeğin aldığı pay hızla düştü, yoksulluk derinleşti ve genelleşti.

Çarkların her ne pahasına olursa olsun dönmesi, ne pahasına olursa olsun ihracat demekti, böylece ülkeye daha çok döviz girmesi hesaplanıyor ve döviz bağımlılığının azalacağı varsayılıyordu. Bu ise en başta iki şeyi gerektiriyordu: Tıpkı 24 Ocak Kararları’nda olduğu gibi emek maliyetlerinin aşağıya çekilmesi, yani çalışanların reel ücretlerinin düşürülmesi ve Türk Lirası’nın değer kaybetmesi, yani halkın alım gücünün azaltılması. Buna elbette ki patronlara verilen ucuz krediler ve vergi teşvikleri ile vergi istisnaları, indirimleri, afları eşlik etti. Yeter ki ihracat yapılsındı, gerisinin hiçbir önemi yoktu. Milyonların emeği ve kamunun kaynakları bu ihracat seferberliğine harcandı, bunun sonucu kemer sıkmaktan adeta boğaz sıkmaya geçilmesi, insanların yaşamlarını nasıl idame ettireceklerini bilmemeleri oldu. Açlık ve yoksulluk sınırının altında yaşayanların oranı daha önce hiç görülmemiş bir seviyeye yükseldi.

Döviz krizine çözüm için devreye sokulan başka mekanizmalar da vardı elbette. Bugün eski ve yeni içişleri bakanları arasındaki kavgada somutlaşan şey, aslında ülkenin yaşadığı döviz krizinin ekonomi-dışı birtakım yöntemlerle çözülmesi arayışının bir sonucuydu. Uyuşturucu ticareti, kara para aklama, insan kaçakçılığı bir dönemin “yeni normal”leri oldu. Bunların yaratacağı sonuçlara, yani mafyalaşmaya, çeteleşmeye, organize suç örgütlerinin etkisinin artışına göz yumuldu, bir tür görmezden gelme ve cezasızlık politikası uygulandı, böylece ortaya bir “paralel ekonomi” çıktı.

Şimdilerde rejim bir tür restorasyon arayışı içerisinde bu tabloya el atmış gibi görünse de bunun doğuracağı ekonomik sonuçların da farkında doğal olarak, bu da bize operasyonların sınırlarını ve varabileceği yeri gösteriyor. Mafyanın ve organize suç örgütlerinin varlığını da bunlarla mücadelenin sınırlarını da Türkiye kapitalizmin ihtiyaçları ve krizleri belirliyor yani.  

Netice itibariyle, Türkiye kapitalizmin kronik problemi olan döviz ihtiyacı, neoliberalizmi, ihracat fetişizmini, dinci gericiliği, cehennemleşmiş bir çalışma hayatını, açlık ve yoksulluk sınırının altında yaşamanın normalleşmesini, döviz karşılığı vatandaşlık satışını, Arap şeyhlerinin ve petrol zenginlerinin saltanatını, ucuz emeği, ucuz Türk Lirası’nı ve ucuz insan hayatını beraberinde getirdi. 

Bugün gelinen noktada içinde bulunduğumuz durumun ana nedeninin doğrudan Türkiye kapitalizminin yapısal bozukluklarından kaynaklandığını kabul edip düzen içi çözümler öneren bir düzen içi siyaset dahi yok. Altılı Masa iktidara gelseydi bugün Şimşek’in izlediği programı izleyecekleri için başka birçok alanda olduğu gibi burada da iktidarla muhalefet arasında herhangi bir fark değil, bilakis bir ortaklaşma var.

Ancak görünen şu ki Şimşek programının öngörülebilir bir vadede Türkiye ekonomisini içinde bulunduğu durumdan çıkarması ihtimal dâhilinde değil. Hatta bir fetiş haline getirilen ihracatta ciddi bozulmalar yaşanıyor, çarkların dönmesinin giderek zorlaşacağına dair işaretler çoğalıyor. İşte bu noktada iktidarın ve düzen muhalefetinin ortaklaştığı ekonomi politikalarının karşısına sahici bir alternatifle çıkmanın, halka bu alternatifle gitmenin, ekonomi merkezli bir siyasetle toplumsallaşmanın, kitleselleşmenin yolunu aramak gerekiyor. 

Bugün derinleşen kriz hem beyaz hem mavi yakalı çalışanları vuruyor, geniş kitleleri umutsuzluğa ve çaresizliğe sürüklüyor; burada bir yandan siyasete küsme, sırtını dönme var ama öte yandan düzen içi çözümlere inancını yitirme, radikalleşme potansiyeli de var. Halkçı-kamucu-toplumcu bir ekonomi modeliyle halka gitmek, halkı alternatif bir programın etrafında bir araya getirmek, bu program doğrultusunda buluşmalar, etkinlikler organize etmek, içinde bulunduğumuz çıkışsızlık ortamında “Ne yapmalı?” sorusuna vereceğimiz yanıtlardan biri olabilir. Toplumun dağılmaya, çözülmeye, çürümeye doğru gittiği bir konjonktüre tam da buradan etkili bir müdahalede bulunulabilir.