AKP sansürde Osmanlı'nın takipçisi

Türkiye'de basın sansürünün tarihine bakıldığında, AKP'nin daha Osmanlı döneminde uygulanan birtakım baskı yöntemlerinin dahi devamcısı olduğu görülüyor. Faşizan karakterini giderek daha fazla sergileyen AKP, önceki iktidarların sansür pratiklerini kendine örnek alıyor.

Kitle iletişim araçlarının tarih sahnesine çıkması kadar eski, sansürün tarihi. Klasik anlayışta sansür, "İktidarda bulunanların, korunmasını zorunlu gördükleri toplumsal, ahlaki düzeni baltalayan ya da baltalayacaklarına inandıkları düşünce, kanı ve eğilimlerin ortaya atılışını sınırlama politikası” olarak tarif ediliyordu.

Bugün ise geniş anlamıyla “özgürlüklerin kullanılmasının denetlenmesi”, sansür kapsamına giriyor. Basılı yayınların basımdan önce denetlenmesi doğrudan sansür ise, bir de yasalar yoluyla yayınlanabilecekleri kısıtlamak, yani dolaylı sansür var. Günümüzde bu ikinci yöntem iktidarlar tarafından daha çok kullanılıyor.

Bir de oto-sansür var. Sansürün her türlüsü, siyasi baskılar, katı ahlaki yapılar, toplumsal sınırlayıcı tepkiler yazarların kendilerini yazarken sınırlamalarına, bazı şeyleri yazmamayı tercih etmemelerine yol açıyor.

Ülkemizde doğrudan sansür, yani basılacak yayınların matbaaya gitmeden önce denetimden geçmesi uygulaması, 24 Temmuz 1908’de, yani İkinci Meşrutiyet’in ertesi günü kaldırıldı. Ancak öyle dönemler geldi ki, gazeteciler Abdülhamit döneminin doğrudan sansür yöntemlerini arar oldu.

Zorla kurulan ilk matbaa sansürle başladı
Osmanlı’da başlarda matbaalarda yalnızca azınlıklar tarafından, Arap alfabesi kullanılmayan kitapların basılmasına izin veriliyordu. Türkçe basım yapan ilk matbaa ise 1727’de açıldı. Bu dönemde din adamlarının ve hattatların tepkisinden çekinildiği ve padişahların matbaaya pek hayırhâh bakmadıkları bilindiği için, matbaayı kuran İbrahim Müteferrika, dilekçesinde “fıkıh, tefsir, hadis-i şerif ve kelâm kitapları dışında” kalan kitapları basmak istediğini belirtti. III. Ahmet de fermanında bunların dışındaki kitaplara izin verdi. İlk dini kitap 1803’te basıldı.

Osmanlı’da ilk süreli yayın, 1785’te Fransa Elçiliği’nde kurulan matbaada basılan Bulletin de Nouvelles idi. Bir süre İstanbul ve İzmir’de başka Fransızca yayınlar da çıktı.

Mısır hükümdârı Mehmet Ali Paşa, birçok bakımdan bağlı bulunduğu Osmanlı’dan daha hızlı bir şekilde batılı ilerlemeye ayak uyduruyordu. 1828’de Mısır’da yarı Türkçe yarı Arapça Vakay-i Mısriye yayımlandı. “İlk Türk gazetesi” denilen Takvim-i Vakayi ise 11 Kasım 1831’de yayın hayatına başladı.

Yolsuzlukları yazmak suç!
Basınla ekonomi ilişkisi, o zamanlar bugünkü kadar gelişkin var karmaşık olmasa da, sansür uygulamalarına yol açıyordu. İbret’te, ünlü banker Zarifi’nin ve şirketinin üstlendiği İstanbul tütün tekeline yönelik eleştiriler yer almıştı. Şirket bu işi yürütemeyeceğini anlayınca sözleşmeyi tek taraflı olarak bozmuş ve devlete ödemesi gereken tazminatı vermemişti. Gazete bu konuda yolsuzluk yapılmış olabileceğini ima eden bir yazı yayımlayınca hükümet harekete geçti, komisyon kuruldu. Sonradan gazete tümüyle kapatıldı.

Bu dönemde kitap ve gazete bastırmak için hem devletten ruhsat almak, hem de basılacak yayının kontrolden geçmesi gerekiyordu. 1845 tarihli Polis Nizamı’yla bu kontrol yetkisi polise verildi.

1860’ta Tercüman-ı Ahvâl çıkarıldı, Osmanlı’da gerçek anlamda gazetecilik başladı. 1864 yılında da ilk basın yasası, Matbuat Nizamnamesi yürürlüğe girdi. Yasa, Fransa’dan alınmıştı. Yasayla gazeteler geçici ve kalıcı kapatılabiliyor, gazeteciler hapse atılıp sürgüne gönderilebiliyordu.

Günümüzde halen yaygın olan mizah yayıncılığı, daha o zamanlar başlamıştı. Namık Kemal’in taşlamalar kaleme aldığı ilk mizah dergisi Diyojen, yine daha sonra çıkan İbret dergisi, AKP hükümetinin mizaha karşı takındığı tavrı andırırcasına iktidarın hışmına uğradı.

İlk kitap sansürü
İlk kitap sansürü de 1870’li yıllarda yaşandı. Ahmet Midhat Efendi’nin Dağarcık adıyla çıkardığı süreli antoloji ve Namık Kemal’in Evrak-ı Perişan kitapları, Basmahane Nizamnamesi gereği yasaklandılar.
Gazeteciler olaya tepki gösterdiler. Kısa süre sonra Namık Kemal’in Vatan yahut Silistre oyununun Güllü Agop Tiyatrosu’nda sahnelenmesinin ardından Namık Kemal, Ebüzziya Tevfik, Ahmet Midhat Efendi, Bereketzade İsmail Hakkı ve Nuri Beyler sürgüne gönderildiler.

Ancak ilk sansür ve baskı denemeleri altında geçen bu dönemde basının gelişimi durmadı. 1831-1876 arasında gazete, dergi ve kitap sayısı hızla arttı. 1876’da İstanbul’da 47 gazete çıkıyordu. Bunların 13’ü Türkçe, 1’i Arapça, 9’u Rumca, 9’u Ermenice, 3’ü Bulgarca, 2’si İbranice, 7’si Fransızca, 2’si İngilizce ve 1’i Almanca’ydı.

Abdülhamit'in istibdat rejimi
II. Abdülhamit tahta çıkarken “meşrutiyet” sözü vermiş, 23 Aralık 1876’da ilk anayasa ilan edilmiş, 19 Mart 1877’de de Meclis-i Mebusan toplanmıştı. Fakat Abdülhamit, kısa süre içinde baskıcı yüzünü sergiledi. Rus Savaşı’nı bahane ederek meclisi kapattı ve korkunç baskıcı bir diktatörlük kurdu.

Abdülhamit’in “istibdat rejimi”nde sansürün yeri büyüktü. Sansür o kadar yoğun ve aşırıydı ki, birçok durumda absürdleşiyordu. Sadece gazete ve dergiler, kitaplar değil, tramvay biletleri, ilanlar, konyak şişesi etiketlerine kadar üzerinde yazı bulunan her şey Abdülhamit döneminin sansürüne takılabiliyordu.

Sürekli gazeteler, dergiler kapatılıyordu. Kanun-i Esasi’nin 12. Maddesi “Matbuat kanun dairesinde serbesttir” diyordu ama, yasa yine kağıt üzerinde kalıyor, karikatürlere konu oluyordu. Hayal dergisinde yer alan karikatürde elleri ayakları zincirle bağlı Karagöz’e Hacivat “Nedir bu hal Karagöz?” diye soruyor, “Kanun dairesinde serbesti, Hacivat!” cevabını alıyordu.

"Ca...nım...çık...tı!"
Hayal dergisi kapatıldığında, Teodor Kasap çıkardığı özel ekte şöyle yazıyordu: “Aldığımız bir ihtarname üzerine şimdi fani dünyaya veda etmemiz gerekiyor. Allah rahmet eylesin iyi adamdı, deyiniz. Sakın ağlamayınız, gülünüz. Bu dünya kimseye kalmaz. Canım boğazıma gelmiş olduğu halde bile herkese selamda kusur etmek istemem. İşte sesim kısılmaya başladı. Ca... nım... çı... kı... yor... Çık... tı!

1884’te Matbaalar Nizamnamesi çıkarıldı. Nizamname, önceden izin alma koşulu getiriyordu, yani bir doğrudan sansür yasasıydı. Dışarıda basılan kitap ve gazetelerin de ruhsat verilmediği müddetçe ülkeye sokulması yasaktı. 1895’te çıkarılan yasa, ilkinden de sıkı hükümler getiriyordu. 21 Ağustos 1898’de “Bilumum matbaaların daima zaptiye nezareti altında bulundurulması hakkında” buyruk çıkarıldı.

Bu dönemde sansür, jurnalcilik ve hafiyelik ile el ele gidiyordu. Her tarafta millet birilerini gammazlıyor, en ufak itham, gazetenin kapatılmasına, sürgüne, hatta hapse atılmaya uzanan yaptırımlarla sonuçlanıyordu.

Mabeyn Başkâtibi Said Paşa (sonradan birkaç defa sadrazamlık da yapacaktır), bu husustaki bir anısını şöyle anlatıyor: “İbni Sina’nın Şifa adlı ünlü ve değerli kitabı ki, Osmanlı ülkesinde yalnız iki nüshası olup, bunlar da İstanbul’da idi. Zayi olurlarsa başka nüshasını da bulmak zor olacağından, gerekli ödeneği Maarif bütçesinden verdirerek, bastırılması işine girişmiştik. Basım işi tamamlanmak üzere iken, eserin tashih sorumluluğunu yükümlenen Maarif Nazırı Subhi Paşa’nın, kendisine yardımcı olarak yanına aldığı bir adam, bu kitabın zararlı eserlerden olduğunu ileri sürmüş [jurnal etmiş]. Baskı işi durdurulduğu gibi, basılan ciltler de özel memurlar tarafından yakılmış.”

Jurnalcilik, Abdülhamit tarzı sansür ve baskının tipik bir parçasıydı. İkinci Meşrutiyet ilan edildiğinde Yıldız Sarayı’nda iki bini aşkın jurnalci tarafından verilmiş, tam 22 bin 482 jurnal ele geçirildi.

Yasaklanan kelimeler
Mete Tunçay, Resimli Kamus-ı Osmani adlı sözlüğe girmesi Encümen tarafından yasaklanan kelimelerin listesini şöyle veriyor:
Anarşi, ihtilal, irtica, irtiyab (kuşku), ispiritizm, istibdat, infilak, inkıraz, inkılap, obstrüksiyon, oportünist, oligarşi, bomba, parlamentarizm, parlamento, Pan-Elenizm, Pan-Türkizm, Pan-Cermenizm, Pan-İslamizm, psikolocya, teevvün (ah etmek), tenkil, cemiyet, cumhur, (cumhuriyet), hürriyet, (hürriyet-i vicdaniye), hafiye, hal, humbara, Darvinizm, demokrat, disiplin, diktatör, dinamit, radikal, randevu, zehir, sansür, sosyalizm, Sura-yı Devlet, (sura-yı ümmet), isyan, avam, klik, klerikal, konservatör, Meclis-i Ayan, Meclis-i Umumi, mutlakiyet, müfteris (parçalayan), memorandum, nihilist, veto.

Bu mekanizma, AKP’nin dizilerin kontrolünde getirilmesini savunduğu “Ebeveyn İzleme Platformu” gibi mekanizmalarla büyük benzerlik gösteriyor. “Toplum duyarlılıkları”, “halk tepkisi”, “provokatif yayıncılık” bu tarz jurnalciliğe dayalı sansür anlayışının sık başvurduğu terimler oluyor. Gerici toplumsal yapıya sırt dayanılıyor ve buradan alınan güçle, sansür için meşruiyet sağlanıyor.

“Maşallah ne ucuz!”
Şimdilerde Başbakan’ın televizyonda yayın yasağı koyma yetkisi almasına “Pes artık!” denilirken, AKP’lilerin sevdalı oldukları Osmanlı İmparatorluğu ve Abdülhamit dönemini hatırlamak gerekiyor. Erdoğan’ın, kendisini yumağa dolanmış kedi olarak gösteren Musa Kart'ın karikatürüne dahi dava açması “absürd” bulunmuştu. Abdülhamit döneminde de sansürcü anlayış, benzer absürd sonuçlara yol açıyordu.

Maarif Nezareti’ne yazılan 27 Aralık 1892 tarihli bir sansür yazısı, aynen şöyle diyordu: “Galata’da Yüksekkaldırım’daki 36 numaralı matbaada basılıp benzerleri gibi pul yapıştırılarak yayımlanan ‘Osoley’ adlı esvapçı mağazasına özgü ilan kağıtlarının bir tarafında şaşkınlık anlatmak üzere kullanıldığı anlaşılan ve fakat Tanrının güzel adını taşıyan ‘Maşallah ne ucuz!’ cümlesi mevcut olup, bunun uygun yere konulmadığı ve dolayısıyla elkonulması gerekeceği Encümence kararlaştırılması... dünkü Cumartesi akşamı sözü geçen kağıtlardan bin nüsha ele geçirilip müsadere edilerek yakılıp yok edilmek üzere Encümen’e teslim kılınmış olduğu...”

Baskı, bir bakıma işe yaramıştı. 1908’e doğru koca İstanbul’da sadece 4 gazete kalmıştı. İkdam ve Sabah, suya sabuna dokunmayan bir yayın çizgisi izliyorlardı. Tercüman-ı Ahvâl ve Saadet ise “yandaş basın” idi.

Bir bakıma ise sansür işe yaramadı. Özgürlükçü hareketin gelişiminin önüne geçilemedi, İkinci Meşrutiyet ilan edildi ve Abdülhamit tahttan indirildi. Meşrutiyet’in ilanını takip eden bir buçuk ayda iki yüzden fazla gazete ve dergi yayınlanması, halkın özgürlüğe açlığını gösterdi.

Meşrutiyet dönemi
İlk dönemde pratikte sansür yoktu. Kanun-ı Esasi’deki “Matbuat kanun dairesinde serbesttir” ifadesine, sansürü yasaklayan “Hiçbir vechile kable’t-tab’ (basımdan önce) teftiş ve muayene edilemez” cümlesi eklendi.

13 Nisan, ya da Rum takvimiyle 31 Mart 1909’da gericiler “Şeriat isteriz” diye ayaklanıp, Makedonya’dan gelen Hareket Ordusu isyanı bastırınca sıkıyönetim ilan edildi ve basında tam özgürlük dönemi sona erdi. Yine de, Abdülhamit dönemine kıyasla çok daha özgür bir ortam vardı.

Yeni basın yasası sansür öngörmüyordu. Ancak “devletin güvenliğini bozacak ve ayaklanmaya kışkırtacak yolda yayında bulunan” gazeteler, açılacak dava sonuçlanıncaya kadar hükümetçe kapatılabilecekti. Dava aklanmaya sonuçlandığı takdirde, tazminat alınacaktı.

Bu dönem de iktidar giderek baskıcı bir karakter kazandı. 31 Mart Olayı’ndan sekiz gün önce öldürülen Hasam Fehmi, ilk “basın şehidi” oldu. Osmanlı Sosyalist Fırkası’nın kurucularından İştirakçi Hilmi’nin çok sayıda gazete ve dergisi kapatıldı, kendisi tutuklandı.

Dönemin siyasi çalkantıları içerisinde iktidara gelen parti, kendisine muhalefet edenlere baskı uyguluyordu. Balkan Savaşı’nın 1912’de patlak vermesiyle baskı daha da arttı. Birinci Dünya Savaşı’nda bunlara bir de askeri sansür eklendi.

Ateşkes imzalanıp savaş hali bittiğinde, Padişah Vahdettin ve Sadrazam Tevfik Paşa’nın çıkardıkları kanun hükmünde kararname, basım öncesi sansür dahil sıkı bir denetleme mekanizmasını tekrar hayata geçiriyordu.

İstanbul işgal edilince, sansür uygulama işi İngilizler’e geçti. Batının “özgürlükçü havası” değil, daha da sıkı bir sansür kurulu gelmişti. Baskıya dayanamayan birçok gazeteci, kurtuluş mücadelesine katılmak üzere Anadolu’ya geçtiler.

(soL - Haber Merkezi)

soL'un notu: AKP'nin medya üzerindeki baskıcı uygulamaları üzerine kaleme almaya karar verdiğimiz ve Alpay Kabacalı'nın "Başlangıçta Günümüze Türkiye'de Basın Sansürü" kitabını kaynak aldığımız yazılar, günümüze kadar uzanacak şekilde önümüzdeki günlerde devam edecek.