Prof. Dr. Oğuz Oyan ile tarım ve gıda politikaları üzerine

'Her durumda, gerçek bir gıda egemenliği için kapitalist sistemin ve tekelci şirketlerinin kâr amaçlı dürtülerine uluslararası ve ulusal düzlemlerde kamusal müdahalelerin yapılması gerekir.'

Haber Merkezi

Türkiye’de halkın ve emekçilerin varoluş koşullarının iyice ağırlaştığı bir dönemde hem güçlü bir sosyalist sola olan gereksinime yanıt vermek, hem de solun daha etkin mücadele araçlarıyla dayanışmasını oluşturmak hedefiyle Eylül 2020’de kurulan Dayanışma Meclisi’nin yayın organı olan Dayanışma Forumu’nun yeni sayısı yayımladı.

Ana temasını "Türkiye’de Enerji ve Gıda Güvenliği Krizi"nin oluşturduğu Dayanışma Forumu’nun 5. sayısında yer alan ve Prof. Dr. Oğuz Oyan ile gerçekleştirilen tarım ve gıda politikaları üzerine söyleşiyi soL okurları için yayınlıyoruz.

'Gıda güvenliği' nedir? 'Gıda egemenliği' kavramından farkı nedir?

Gıda güvenliğinin birinci anlamı, belirli bir ülkenin belirli bir zaman dilimi içinde nüfusu için erişilebilir fiyatlarda yeterli gıdayı sağlayabilme kapasitesi olarak tanımlanabilir. Bu, belirli bir ülke açısından yeterli gıdayı üretebilme kapasitesini değil iç ve dış alımla nüfusun/ekonominin ihtiyaçlarına uyarlanan bir satın alma/tedarik kapasitesini ifade etmektedir. Bir hanehalkı açısından bakıldığında da uygun fiyattan besleyici gıdaya yeter miktarda erişebilme imkânını kapsamaktadır. 

“Gıda güvenliği”nin bu birinci anlamı, tarımda bağımlılık ilişkilerini kırmayı hedeflemiş ülkeler açısından yetersizdir. Tarımsal üretim için yeterli kaynaklara (toprak ve işgücüne) sahip, tarım ile diğer sektörler arasındaki karşılıklı bağımlılık oranları (girdi-çıktı ilişkileri) yeterince yüksek olan ülkelerde, örneğin Türkiye boyut ve karmaşıklığındaki bir ülkede, bağımsızlık bilinci de yeterince gelişkinse, “gıda güvenliği” yerine “gıda egemenliği” kavramının benimsenmesi kendini dayatacaktır. “Gıda egemenliği” kavramı, halkların kendi doğal çevrelerine ekolojik, sosyal, ekonomik ve kültürel açıdan uyum sağlayacak şekilde, kendi tarım, hayvancılık, balıkçılık, işgücü, gıda ve arazi politikalarını bağımsız olarak belirleyebilmelerini içeren bir kavramdır. Her durumda, gerçek bir gıda egemenliği için kapitalist sistemin ve tekelci şirketlerinin kâr amaçlı dürtülerine uluslararası ve ulusal düzlemlerde kamusal müdahalelerin yapılması gerekir. Bu, kapitalizme ve onun uzantısı emperyalizme sınır konulması anlamına gelir. Türkiye gibi çevre ülkelerinde olan şey ise bunun tam tersidir; kuralları emperyalizmin uluslararası kurumları ve ulusötesi dev şirketler koymaktadır. Dolayısıyla, IMF/DB programlarının sert yapısal dönüştürme programlarının uygulandığı Türkiye, 2000’li yıllarda gıda egemenliğini en fazla yitiren ülkelerin ilk sıralarında yer almaktadır.

Gıda güvenliğinin ikinci anlamı, gıdaların insan sağlığı bakımından üretim, taşıma, işleme ve saklama (kimyasallarla raf ömrünü uzatma) koşullarının denetimini yapmak ve hijyenik olmasını sağlamak anlamında gıda güvenliğidir. Sağlıklı gıda maddeleri üretimi ve tüketimini denetlemek için sistemli kamu müdahaleleri ve kişisel çıkarların esnetemediği katı kurallar (gıda kodeksi yönetmeliği, gıdaların üretimi, tüketimi ve denetlenmesine dair yönetmelik, vs. gibi ciddi bir gıda mevzuatı) gerekir. Konu, kişisel çıkarların değil kamusal alanın konusudur. Ancak gıda denetimlerinin ağırlıklı olarak tarımsal ürünlerin işlenme ve saklanma koşullarına yani gıda sanayii aşamasına yönelik olduğu dikkate alınırsa, toksik tarımsal ilaçların (pestisitlerin) ve diğer kimyasalların, genetiği değiştirilmiş organizmaların (GDO) bolca kullanıldığı üretim aşamasının  önemli ölçüde denetim dışında kaldığı anlaşılır. Burada da tekrar tarımsal girdilerde ulus-ötesi kimya ve tohum şirketlerinin tahakkümüne ve bağımsız tarım politikalarının araçlarından mahrum bırakılma hikâyesine dönmüş oluruz. Türkiye’de tarımsal KİT’lerin tasfiye edildiği, “Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı’nın” “Tarım ve Orman Bakanlığı”na dönüştürülerek “Gıda” alanının önemsizleştirildiği, il-ilçe tarım müdürlüklerinin işlevsizleştirildikleri bir ortamda kamusal denetimin etkinliği de genelde sorunludur. (Bkz. “Tarıma Saldırı ve Gıda Güvenliği”, soL Gazete, 10.08.2013).

Çok yakın zamana kadar iddialı bir tarım ülkesi olan Türkiye nasıl oldu da birçok tarımsal ürünü dışarıdan alır duruma geldi? Neden yeterince üretemiyoruz? Niçin gıda egemenliğini sağlayamıyoruz?

Türkiye henüz 2000‘ler öncesinde tarımsal ürünler dış ticaretinde net ihracatçı bir ülke konumundaydı. Belki 1980 öncesinde olduğu kadar ihracatının önemli bir bölümü artık tarımsal ürünlerden oluşmuyordu ama toplamda tarımsal ürünler ihracatı tarımsal ürünler ithalatını hâlâ kolayca aşmaktaydı. Oysa IMF/AKP dönemini başlatan 20002002 yıllarından sonra, bu dönemin bütünü bakımından Türkiye’nin tarımsal ürünler dış ticareti net ithalatçı bir konuma gerilemiştir. 2018 sonrasında tarımsal ürün ihracatının tarımsal ürün ithalatını karşılama oranı ortalama yüzde 65’lere gerilemiştir. (“2022 Yılı Cumhurbaşkanlığı Yıllık Programı”, s.150).  Türkiye ancak işlenmiş gıda ürünleri yani gıda sanayii ürünleri de eklendiğinde net ihracatçı konuma gelebilmektedir ama burada artık tarımsal ürün kategorisinin dışına çıkılmaktadır. (Bkz: O. Oyan, “Tarımda Ektiğini Biçersin”, Birgün Pazar, 03.04.2022).

Bu tabloyu oluşturan ana etken Türkiye’nin 1 Ocak 2000 tarihinden itibaren IMF/ DB’nın programının cenderesine sokulmuş bulunmasıdır. “Tarımda Reform Uygulama Projesi” (TRUP) denilen ve DB gözetiminde uygulanan program, Türkiye’nin tarımsal potansiyellerini köreltmiş, önemli bir tarımsal nüfusun ve tarımsal arazinin üretim dışı kalmasına yol açmış, tarımsal desteklemenin asgariye indirilmesini dayatarak üreticiyi kendi kaderine terketmiş, tarıma girdi ve destek sağlayan KİT’leri özelleştirerek/tasfiye ederek ve Tarım Satış Kooperatif Birliklerini (TSKB) küçültüp işlevsizleştirerek çiftçiyi ve tarımı sahipsiz bırakmıştır. AKP iktidarları bu programın en sadık uygulayıcısı olmuş ve tarım bakanları çiftçiden ziyade uluslararası tekellerin sözcüsü gibi davranmıştır.

Bütün bu olumsuz koşullara rağmen hâlâ çiftçilikle/hayvancılıkla uğraşan küçük üreticilerin var olmaya devam etmeleri bir büyük nimet olarak değerlendirilebilir. Ancak bu durum artık kalıcı bir nitelik taşımamakta, Türkiye’de bu koşullarda üreticilik yapmaya devam etmek artık rasyonel bir davranış olarak kodlanamamaktadır. 

Gerçi Türkiye uluslararası mali emperyalizm tarafından aşırıya kaçan bir hız ve kapsamda bir laboratuvar deneği olarak kullanılmıştır ama çevre ülkeleri bakımından bu tablo üç aşağı beş yukarı geçerli olmuştur. Bu durumda olayı 1990’lardan itibaren “Üçüncü Gıda Rejimi”nin (ÜGR) kurumsal pekişmesi döneminden başlatmak daha doğru olabilir.

'Üçüncü Gıda Rejimi' ve DTÖ Tarım Anlaşması ile kastedilen tam olarak nedir ve bunun Türkiye’ye yansımaları nasıl olmuştur? 

Güçlü iç destekler ve korumacı politikalar (ithalat kısıtlamaları) üzerinden tarımı, çiftçiyi, kırsal kalkınmayı ve dolayısıyla gıda sanayii ile doğrudan doğruya sanayileşmeyi desteklemeyi içeren İkinci Gıda Rejimi, II. Dünya Savaşı sonrasından 1970’lerin ortalarına kadar sürdürülmüştü. Gelişmiş ülkeler bu politikaları geniş kapsamlı olarak uygulayabildiler. Avrupa Ekonomik Topluluğu’nun (sonradan AB’nin) ortak tarım politikaları bunun en bilinen örneğini oluşturdu. Bu süreçte gelişmiş ülkelerde tarım sanayileşirken, çevre ülkelerde genelde bağımlılıklara ve gıda egemenliğinden kopuşlara yol açıldı. 

Ama çevre ülkelerinde asıl büyük tahribat, 1980’li yıllar sonrasında neoliberalizmin hakimiyetinde şekillenen daha da uluslararasılaşmış ve ulus-ötesi şirketlerin (UÖŞ) denetimine girmiş, küresel gıda-girdi tedarik zincirlerinin bir parçası haline gelmiş, daha dayatmacı ÜGR döneminde oluştu. ÜGR, dev girdi ve ürün tekellerinin, hipermarket zincirlerinin baş rolde olduğu, tarımsal ürünlerin kalite ve standartlarının merkezi ülkelerce ve bunların UÖŞ’lerince belirlendiği, sertifikalı tohum ve GDO’lu ürünlerin, kimyasal girdilerin üretim ve dağıtımının merkezileştirildiği, yeni bir işbölümü ve yeni bir kurumsal mimarinin inşası üzerinden dünya tarımının emperyalizmin kontrolüne verildiği yeni düzenin adıydı. Yeni düzen, GATT’ın Dünya Ticaret Örgütü’ne (DTÖ) dönüştürüldüğü (1995), 1994 Uruguay Round’un tarıma ilişkin uluslararası bağlayıcı resmî belgesi olan Tarım Anlaşması’nın da DTÖ gözetiminde 1995 yılında oluşturulduğu yeni bir kurumsallaşma dönemiydi. 

1995 Tarım Anlaşması üç alanda liberalizasyon önermekteydi: Ülkeler tarımsal ürün ithalatında korumayı kaldırmalı (pazara giriş serbestisi); tarımsal ürün ihracatına dönük teşvik ve sübvansiyonlar son bulmalı ve en önemlisi de tarıma dönük iç destekler tasfiye edilmeliydi. Bütün bunlar, ülke gruplarına göre farklı takvimlere bağlı olarak uyulması zorunlu süreçler olarak tanımlanmaktaydı. Gelişmiş ülkeler uzun süredir uyguladıkları güçlü destekleme ve koruma politikaları nedeniyle maddi altyapılarını bu tür kısıtlara hazır duruma getirmişlerdi. Kaldı ki, tarımsal ürün fazlaları nedeniyle, çevre ülkelerinde dış ticarette korunma oranlarının aşağıya çekilmesinden en fazla yarar sağlayacak durumdaydılar.

Dünya Ticaret Örgütü ve arkasındaki büyük güçler, 1995’ten 2007’de patlak veren büyük finansal krize kadar sürdürdükleri müzakere süreçlerinde tarımın “küreselleşmesini” yani emperyalist merkezin çıkarlarıyla uyumlaştırılmasını tam olarak sağlayamadılar. Gelişmiş ülkeler kendileri dışındaki üçüncü dünyaya karşı çifte standartlı ve ulusmerkezci (veya AB entegrasyonu merkezli) politikalar dayatırken, kısmen kendi aralarında da rekabet ve çekişme halindeydiler (ABDAB tarım çekişmeleri ünlüdür); gelişmekte olan ve az gelişmiş ülkeler bloklarının, kendi aralarında bazı çıkar çelişmelerine rağmen, gelişmiş ülkeler bloğunun kendilerine dayattığı politikalara karşı aralarında çeşitli ittifaklar kurarak direnmeleri, Seattle’da olduğu gibi güçlü halk/çiftçi tepkileri, DTÖ görüşmelerini çıkmaza sürüklemişti.

Ancak kapitalizmin merkezindeki ülkeler bu başarısızlığı kabullenmediler. Çevre ülkelerin tarım piyasalarını liberalleştirme baskılarını üç farklı yoldan sürdürdüler: (i) ikili ve çoklu serbest ticaret anlaşmalarıyla; (ii) IMF/DB programlarının uygulanması aracılığıyla; (iii) Daha sıkı ekonomik entegrasyonlara üye kabul edilen çevre ülkelerin bağımsız tarım politikalarına son verilmesiyle. (Bunun en bilinen örneği, 15 üyeli AB’nin 27 üyeli bir yapıya geçerken kendi Ortak Tarım Politikasını da tedricen rafa kaldırma fırsatını bulmasıydı). Bu yeni süreçler, 1999’da imzalanan ve PostWashington Uzlaşısı denilen “Yeni Uluslararası Finansal Mimari” ile de desteklenecektir. Bu çerçevede, devlet ile piyasanın birbirinin karşıtı değil tamamlayıcısı olduğu, dolayısıyla piyasa aktörleri (sermaye) ile kamu yönetimi arasında “yönetişim” (ortaklaşa yönetim) anlayışının egemen kılınması gerektiği; daha fazla yapısal reforma ve serbestleştirmenin sürdürülmesine ihtiyaç olduğu ama DTÖ anlaşmalarına da uyulması gerektiği; kurumların ulusal siyasi kararlardan bağımsız kılınması gerektiği (yani bağımsız veya özerk kurum ve kurullar aracılığıyla emperyalizmin merkezi kurumlarına daha bağımlı kılınması gerektiği) gibi yeni düzenlemeler (reregülasyonlar) ortaya çıkacaktır. 

DTÖ Tarım Anlaşması’nda, iç destekleri tarımsal hasılanın yüzde 10’unu aşmayan ülkeler -ki bunların büyük bölümü çevre ülkelerinden oluşuyordu- “de minimis” kapsamında kabul edilerek iç destek indirimleri zorunluluğu dışında tutulmuştu. Türkiye, bu kapsama alınmayı başarmış olmakla birlikte, 1996 sonrasında AB ile Gümrük Birliği ve 1 Ocak 2000’den itibaren IMF ve DB gözetiminde uygulamaya koyduğu istikrar programı sürecinde bu kazanımından geri adım atmaya kolayca ikna edilecektir. Türkiye, 2000 yılında başlayan IMF programıyla bu yeni “Uzlaşı”nın öncü uygulama örneklerinden birini oluşturacak, tarım da DB gözetimindeki yeni yapısal düzenlemenin (Tarımda Reform Uygulama Projesi’nin-TRUP) merkezinde olacaktır.

Bu konuyu bitirmeden, üçüncü gıda rejimi sürecinde son otuz yıldır birçok ülkede tarımsal üretimin gerilemesi ve ithal bağımlılığının artmasının, dünyada gıda krizini tetikleyen en önemli etkenlerin başında yer aldığına değinmeden de geçmemek gerekir. Bu arada, gıda krizinin de etkisiyle dünyada gıda fiyatlarının artış eğilimini çiftçilerin lehine bir gelişme olarak görme kolaycılığına da kapılmamak gerekir; çiftçilerin çok büyük bölümü artık polikültür yapmamaktadır; dolayısıyla kendi geçimlik üretimini temin edememekte, kendisi de tarımsal ürünler tüketicisi durumunda bulunmaktadır. Bu nedenle tarım/gıda ürünleri fiyatları artışı genelde çiftçinin aleyhine çalışır. Kendi ürettiği üründeki fiyat artışları da zaten üretim aşamasından ziyade dağıtım/pazarlama aşamasında aracı tüccarlar ve  dev marketler tarafından belirlenmekte, üreticinin eline geçen fiyatlar bunun çok altında kalmaktadır.

IMF/DB’nın Türkiye’deki 2000 Yılı Programını ve TRUP projesini biraz daha ayrıntılandırmak sanki farz olmadı mı?

2000’lerdeki dönüşümün hazırlıkları 1990’lı yıllarda yapıldı. En önemlisi de IMF gözetiminde yapılan VII. Plan (1996-2000) oldu. Bu Plan, tarımsal desteklerin kamu maliyesi üzerinde büyük yüklere neden olduğunu, üstelik piyasaya müdahaleleri içeren fiyat ve girdi desteklerinin piyasa kararlarını çarpıttığını vurguluyor, bunların yerine bir Doğrudan Gelir Desteği (DGD) öneriyordu. Bu yöndeki köklü dönüşümlere geçiş ise 9 Aralık 1999 tarihli Niyet Mektubu ile yapılıyordu. 1 Ocak 2000’den itibaren yürürlüğe sokulacak IMF/DB programı, gene IMF gözetimindeki VIII. Plan (2001-2005) ile de desteklenecekti. 

Dönüşümün ana ekseninde şunlar yer alıyordu: 

(i) Tarımsal desteklerin miktarı köklü bir biçimde daraltılacaktı; 2006 yılında çıkarılan Tarım Kanunu ile bu desteklerin GSYH’nın %1’inden az olmamasına hükmedilmişti. (Ama bu asgari oran ilk yıldan itibaren bir azami oran olarak uygulanacak ve uzun dönemli ortalaması binde 5’in altında tutulacaktır. Son üç yılda ise binde 3 oranına kadar gerilemiştir). Programın temel çıpası halen bu kısıtlamadır.

(ii) Girdi ve ürün fiyatlarına müdahale eden destek biçimleri uygulamadan kaldırılacaktı; 

(iii) Girdi üreten TÜGSAŞ, İGSAŞ, TİGEM, Yem Fabrikaları gibi tarımsal KİT’ler hızla özelleştirilecek veya tasfiye edilecekti; ürün piyasasında çiftçi lehine fiyat istikrarı sağlayan TEKEL, Şeker Fabrikaları, TMO gibi KİT’ler de özelleştirilecek veya faaliyetleri sınırlandırılacaktı;

(iv) Kooperatif ortakları lehine ürün ve girdi fiyatlarına müdahale eden Tarım Satış Kooperatif Birlikleri-TSKB’ler de sınai ve finansal (Tarişbank) faaliyetlerinden çekilecek, devletin finansal destekleri dışına çıkarılarak ürün alım işlevleri de daraltılacaktı; 

(v) Bütün bu tahribatları bir geçiş dönemi boyunca katlanılabilir kılmak üzere üreticiye üretiminden bağımsız olarak ödenecek DGD sistemi getirilecekti.

Bu program 57. Hükümet döneminde başlatılmıştı, ama programın en sadık ve en uzun süreli uygulayıcısı AKP hükümetleri olacaktır. DB’nın TRUP adını verdiği program, Türkiye’de hiçbir ülkede uygulanmamış radikallikte ve hızda sahneye konulmaktaydı. 2000’de ilk pilot projeleri uygulanan DGD sisteminin toplam tarımsal destekler içindeki payı henüz 2002’de yüzde 79’a, 2003’te yüzde 83’e çıkabilmişti. Türkiye, uluslararası finans kuruluşları elinde bir deneme tahtasına dönüştürülmüştü. Üstelik DGD 2001-2007 arasında sadece 7 yıl yürürlükte kalacak (ödemeler bir yıl gecikmeli olduğu için tam olarak 2008’de bitecek) ve topu topu 13 milyar TL’lik bir destek bütçesi kullanacaktı. Bu bütçenin kaynağı da T.C. Hazinesinden başkası olmayacaktı.

TRUP, bir dizi yalan-yanlış gerekçe üzerine inşa edilmişti. Bunlardan en önemlisi, 2000 öncesinde tarımsal destek yükünün aşırı olduğuna ilişkin abartılı ve gerçek dışı iddialardı.  İkincisi, program, hiçbir resmi kanıt sunmaksızın, mevcut sistemde destekleme paralarının hedefe ulaşamadığı, sistemde sızıntılar olduğu “kanıları” üzerine inşa edilmişti. Dolayısıyla bir kanıt icat edilmeliydi. Uydurulan masal, 1994’te Ziraat Bankası’ndan pamuk primi ödemeleri için 315 milyon dolar borçlanan Hazine’nin bu borcunu takla attırılan faizlerle 1998 yılında 18 milyar dolara çıkarmış olmasıydı. Üçüncü yalan üretimi, mevcut desteklemenin sadece zengin çiftçilere yarar sağladığıydı. Oysa bunun tam da DGD uygulamaları buna yol açacaktı: DGD sistemi, mülkiyet esaslı ve dönüme göre sabit miktarlı uygulandığından, iddianın aksine, en yoksul köylülere daha az ulaşmaktaydı. Bunu henüz işin başında, Mart 2004 tarihli raporuyla DB bile saptıyor ve DGD sisteminin tarımda eşitsizlikleri arttırdığını kabulleniyordu. (Bu konularda daha fazla bilgi için bkz.: O. Oyan, “Tarım’da IMF Gözetiminde 2000’li Yıllar”, Kriz ve Maliye Düşüncesinde Değişim: İzzettin Önder’e Armağan içinde, SAV, 2011, s.60-88).

Peki bu uygulamaların sonuçları ne oldu?

Kısaca şu sonuçları sıralayabiliriz: Birincisi, tarımsal destekler aşırı sınırlandırılınca, desteksiz kalan çiftçi bunu bankalara ve Tarım Kredi Kooperatifleri’ne aşırı ölçüde borçlanarak ikame etmeye çalıştı. Örneğin 2004’te 3 milyar liralık toplam tarımsal desteğe karşılık 5,3 milyar TL’lik tarımsal kredi kullanılmaktaydı. Bu miktarlar birbirine yakındı. 2018’de ise 14,5 milyar TL destek bütçesine karşılık 101,3 milyar TL kredi kullanılmıştı! 2022’ye gelindiğinde durumun çok daha vahim olduğu görülmektedir: CHP Tarım Politikaları ve Tarım Örgütlerinden Sorumlu Genel Başkan Başdanışmanı Orhan Sarıbal 5 Mayıs tarihli basın açıklamasında, BDDK verilerine göre 2022 başında 166 milyar lira (ki 109 milyar lirası Ziraat Bankası’na ait) olan çiftçi borçlarının Nisan ayında 185 milyar liraya yükseldiğini kaydetmektedir ki, 2022 Bütçesine konulan tarımsal destek ödeneğinin 25,8 milyar lira olduğu bilinirse piyasa üzerinden telafi mekanizmasının acımasız çarklarının nasıl işlediği daha iyi anlaşılabilir. İpotekli kredilerle borçlanmanın yaygın sonuçları olarak da mülksüzleşme, traktör gibi tarımsal üretim araçlarına el konulması ve giderek çiftçilikten uzaklaşma olarak ortaya çıkmaktadır. Borçlarını ödeyemediği için hapis cezalarına mahkûm edilenler de giderek çoğalırken bazı bankaların tarımsal arazi varlıkları da durmadan büyümektedir.

İkincisi, başlangıçta DGD’nin de etkisiyle ama daha genel olarak tarımda altyapı yatırımlarının yetersizliği, desteklemelerden mahrumiyet, tarımsal KİT’lerin özelleştirilmesi, alıcı/girdi piyasasında ve satıcı/ürün piyasasında az sayıda firmanın hakimiyetinin oluşması ve dolayısıyla çiftçi gelirlerinin düşüklüğü ve istikrarsızlığı gibi nedenlerle tarımda ekili alanlarda 3,5 milyon hektara ulaşan bir daralma yaşanmıştır. Buna, piyasa sömürüsüne direnme gücü azalan çiftçilerin sayısında da 3 milyonu aşkın bir azalma eşlik etmiştir. 

Üçüncüsü, tarımsal ürünler dış ticareti bakımından tarım sektörü son 20 yılın toplu sonucuna göre net ithalatçı bir sektöre dönüştürülmüştür. Bu sonuç, Türkiye tarımını gelişmiş ülkelerin üretim fazlalarının alıcısı/ bağımlısı durumuna düşürmek isteyen Batı ülkelerinin ve onların temsilciliğini yapan uluslararası finans kuruluşlarının amaçlarıyla uyumludur. Tarımsal girdilerde zaten dışa bağımlı olan sektörde bu bağımlılık, özelleştirmeler sonrasında, çok daha vurgulu biçimler almıştır.

Dördüncüsü, çiftçinin girdi kullanımının düştüğü, sulama başta olmak üzere tarıma dönük altyapı yatırımlarının yetersiz kaldığı, gerileyen desteklemeler nedeniyle çiftçinin eline geçen fiyatların maliyetlerinin altında kaldığı koşullarda tarımsal üretim ve verimlilikte istikrarlı artışlar sağlanamamıştır. Önemli tarımsal girdiler arasında olan elektrik ve su fiyatlarında bu dönemdeki yüksek artışlar da maliyet baskılarını yükseltmiştir. Böylece nüfus-tarımsal üretim arasındaki hassas denge iyice bozulmuş, Türkiye’nin nüfusu 1980 yılına kıyasla ikiye katlanmasına karşın tahıl üretimi adeta yerinde saymıştır. Örneğin stratejik bir ürün olan buğdayda üretim 1988 sonrasında yaklaşık 20 milyon ton ortalamasını aşamamış; hatta 2021’in olumsuz koşullarında 17,7 milyon tona yani 1984 düzeyine gerileyebilmiştir; dolayısıyla şiddetli üretim dalgalanmaları dahi giderilememiştir. Nüfustaki artışa 2011 sonrasında milyonlarca sığınmacı eklenir (yıllık on milyonlara varan turist sayısını ihmal etsek bile) ve işlenmiş tarımsal ürünler (un, makarna, vs.) ihracatı artarken, tahıl, bakliyat, yağlı tohumlar, hayvancılık ürünlerinde ciddi üretim artışları olmaması arz açıklarını büyütmüştür. Buğdayda nüfus başına üretim 1980’lerin sonlarında 400 kg düzeyindeyken, sığınmacılar dahil edildiğinde 2021’de 200 kg’ın altına gerilemiştir. Böylece stratejik ürünlerde ithal bağımlılığı artmış, gıda egemenliğinde ciddi kayıplar meydana gelmiştir. Dünyada tarım ürünleri fiyatlarındaki artış eğilimi Kovid-19 pandemisi koşullarında daha da pekişirken son olarak Ukrayna savaşıyla iyice zirveye çıkmıştır. Fiyat artışlarına ihracat yasakları da eklenince, gıda güvenliğinin değil de gıda egemenliğinin daha stratejik bir pozisyon olduğu daha iyi anlaşılmaktadır.

Beşincisi, DB gözetiminde TRUP çerçevesinde TSKB’ler için hazırlanan Tarım Satış Kooperatif ve Birlikleri Kanunu (4572 sayılı 16 Haziran 2000 tarihli Kanun) örneğinden başlamak üzere, çiftçi kooperatiflerinin kamu mali desteklerinden yoksun bırakılması yoluyla tarımda kooperatif örgütlenmenin önü Türkiye’ye program dayatan dış kuruluşlarca kesilmiştir. Kuşkusuz iç siyaseti belirleyen yerli egemen çevrelerin çabaları da aynı yönde olmuş ve örgütsüz kalan çiftçi eskiden olduğundan daha fazla piyasasının insafına terkedilmiştir. Kooperatif dışı çiftçi örgütleri de, ZMO hariç, AKP öncesini aratır bir suskunluğa gömülmüştür. 

Altıncısı, tarımın GSYH ve toplam istihdam içindeki payı hızla azalmıştır. Tarımın GSYH içindeki payı %11’lerden 2020’de %6,7’ye gerilemiş (2021’de tarımsal katma değerin gerilemesine bağlı olarak %4,6’yı görmüştür); toplam istihdam içinde tarımın payı ise 2000’de %36’dan 2020’de %17,6’ya kadar düşmüştür.  Bu süreçte çiftçi de gelir dağılımı bozulmalarından olumsuz şekilde etkilenmiş; sosyal güvenlik sisteminin tam koruması altına girememiş; kırsal yaşam koşullarında ve refah düzeyinde istikrarlı bir ilerleme görememiş, en önemlisi de akım gelirlerinde istikrarı yakalayamamıştır. Bu koşullarda tarımda aile ekonomilerinin kendini yeniden üretmesi güçleşmiş, tarımdan kopuşlar hızlanmış, özellikle de gençleri tarımda tutmak önemli ölçüde olanaksızlaşmıştır. Büyükşehirlerde köylerin mahalleye dönüştürülerek tüzel kişiliklerinin ve taşınmaz varlıklarının ellerinden alınması, meraların gaspedilmesi sürecinin yasal dayanaklara da kavuşturularak hızlandırılması, köylerin okulsuzlaştırılması ve giderek boşalması, tarımın insansızlaştırılması gibi gelişmeler bu IMF’li büyük altüst sürecine eşlik etmiştir. Buna, AKP iktidarın ne ürün temelinde ne çiftçi özelinde ne de tarımın genelinde uzun vadeli ve iç/dış sermayeden bağımsız bir politika ekseninin hiç oluşmamış olması gibi çok olumsuz bir iç siyasi koşul da eklenmiştir. 

Türkiye’de tarım ve gıda sorunları nasıl çözülür?

Öncelikle ekonominin ve tarımın bağımsızlığını birinci meselesi yapacak bir siyasi iktidar değişiminin şart olduğu çok açıktır. Eğer bu koşul sağlanırsa şu hedefler gözetilebilir:

(i) IMF/DB’nın Türkiye’de tarım politikalarını kıskaca alan temel çıpası, tarımsal desteklerin nicelik olarak sınırlandırılması ile bunların tarımda fiyat oluşumuna etki etmeyen alan bazlı destek türlerine kaydırılmasıdır. Nicel kısıtı aşmak için yapılması gereken, tarımsal desteklerin tarımsal katma değerin en az üçte biri düzeyine yükseltilmesi ve bunun esnetilemeyecek tarzda kesin bir yasal tanıma bağlanmasıdır. Somutlarsak, 2021 yılında tarımsal katma değer 330 milyar TL’dir. Bunun üçte biri 110 milyar TL eder. Oysa mevcut uygulamada 2021 yılı destek bütçesi 23 milyar TL yani tarımsal katma değerin ancak %7’sidir. Demek ki 2021 için destekler bunun yaklaşık 5 katı olmalıydı ki anlamlı bir destek düzeyinden bahsedilebiliyor olsun. (Gelişmiş ülkelerde tarımsal destekler tarımsal katma değerin ½’si düzeyinden aşağıya düşmez). Eğer bu yapılabilir ve arz açığı olan ürünlere özel bir destek verilirse, hem tarımsal ürünlerde ithal bağımlılığı azalır hem de üretim darboğazları aşılır.

(ii) Desteklemenin yapılış biçimine müdahale eden tüm DTÖ, IMF, DB ve dolaylı AB kısıtlarının reddedilmesi gerekecektir. AB’nin onyıllar boyunca uyguladığı “fark ödeme sistemi”nin bugün “tarımda piyasalaştırma” dayatmasıyla Türkiye için yasaklanması kabul edilemez. 2006 tarihli Tarım Kanunu’nda 

yer alan bu sistem 16 yıldır uygulamaya geçirilememiştir. Bu sisteme derhal geçilmelidir. Hedef fiyat (üretici emeğinin ücret karşılığı dahil maliyet + kâr) ile piyasa fiyatı arasındaki fark, devletçe üreticiye ödenmelidir. Böylece çiftçi üretici faaliyete girdiğinde hiçbir zaman zarar etmeyeceğini bilerek davranabilecektir. Böyle bir güvence, çiftçi çocuklarının da tarımda tutulabilmesinin teminatı olabilecektir. Kuşkusuz buna çiftçinin elindeki ürünün pazarlanması için uygun koşulların (destekleme kurumlarının) yaratılması da eşlik etmelidir. Gereksiz arz fazlalarını önlemek üzere üretiminin bölge/ havza/il/ilçe temelinde yönlendirilmesi politikaları da elbette devrede olmalıdır.

(iii) Tarımdaki çözülmeyi durdurmak için 2000 sonrasının neoliberal politikalarıyla bir bütün olarak hesaplaşmak şarttır. Tarımı, küresel meta zincirinin bir halkası olmaktan çıkarmak; üreticileri ulusötesi şirketlerin girdi bağımlısı olmaktan kurtarmak; ülkenin yerel tohumlarını yok olmaya iten Tohum Kanununu yeniden yazmak; gübre, ilaç, tohum, yem gibi girdilerin büyük ölçekli üretiminde uzmanlaşmış KİT’leri yeniden oluşturmak veya özelleştirilenleri devletleştirmek; ürün destekleme görevi verilen kurumsal yapıları yeniden kurmak/ düzenlemek; tarıma mali destek sağlayacak finansal kurumları oluşturmak; tarıma dönük sulama gibi altyapı yatırımlarını düzenleyen kuruluşların faaliyetlerini düzenlemeye öncelik vermek  ve benzeri politikaları yetkin bir kalkınma planlaması anlayışıyla ele almak zorunludur.

(iv) Tarımsal üreticinin üretim, satış ve kredi kooperatiflerinde bir araya gelmesini sağlamak; bu kooperatiflerin ve birliklerinin devlet desteğini almakla birlikte devletin güdümünde olmayan bir anlayışla yönetilmelerini güvenceye almak; tarımsal kooperatifçiliğin etkin ve kararlı bir finansal desteğe sahip olabilmesi bakımından T.C. Ziraat Bankası’nın bir “kooperatifler bankası”na dönüştürülmesini gerçekleştirmek gerekecektir. Devletin de eskiden Devlet Üretme Çiftlikleri uygulamasında olduğu gibi gerektiğinde doğrudan üretici faaliyetlere girişmesi planlanabilmelidir.

(v) Toplum ve çevre sağlığının hiçbir kişisel kâr amacına feda edilemeyeceği bir gıda güvenliği sistemini kurmak; iklim parametrelerini de olumsuz etkileyen endüstriyelleşmiş bir gıda üretim-dağıtım-tüketim zincirinin dışına çıkabilecek kamusal modellerin kurulmasına ön ayak olmak; endüstriyel tarımın alternatifi olarak girdilerini büyük ölçüde kendi işletmesinden sağlayan ve tarım kimyasalları yerine biyogübre ve biyopestisitler kullanan bir agroekolojik tarıma geçişi planlamak; bu yöndeki girişimleri destekleme sistemi içinde avantajlı kılmak; bu yeni gelişmelerle uyumlu olacak şekilde Tarım Bakanlığı’nın merkez/il/ilçe örgütlenmesini ve denetim mekanizmalarını yeniden düzenlemek gerekli olacaktır.

Görüldüğü üzere, önerilen başlıklar mevcut sisteme toplu bir meydan okuma anlamına da gelmektedir. Böyle bir meydan okuma, karşısında sadece yerli sermayeyi veya Türkiye’de faaliyet gösteren ulus-ötesi şirketleri, içerdeki işbirlikçi siyaset esnafını hedef almayacak, dünyaya “ortak” tarım politikaları dayatan DTÖ, IMF, DB, OECD, AB gibi küresel ölçekte belirleyiciliği olan uluslararası kuruluşları, ekonomik/siyasi entegrasyonları ve emperyalist bloğu da tedirgin edecektir. Bu aslında ekonomik emperyalizme meydan okumakla eşdeğerdir. Dolayısıyla bunun arkasında çok güçlü bir siyasal destek olmak zorundadır. Bu siyasal destek de ancak işçi ve köylü kesimlerinin bu davaya kazanılmasıyla sağlam bir zemine oturabilecektir.