İngiltere’nin Ruanda ile mülteci anlaşması ve çalıştırılmayan sistem

İngiltere'nin göçmenleri binlerce kilometre uzağa, Afrika'nın ortasındaki Ruanda’ya gönderme planı tartışılmaya devam ediyor.

Eren Korkmaz

2. Dünya Savaşı sonrasında kurulan ve geliştirilen uluslararası göç ve mülteci hukukunun giderek geçersizleştiği, ülkelerin kendi kurallarını dayattığı ve temel insan haklarına aykırı şekilde en sert müdahaleleri açıkça yaptıkları bir dönemden geçiyoruz.

Örneğin Türkiye’nin Suriye’den gelenleri mülteci olarak tanımayıp geçici koruma vermesi 2010’lu yılların başlarında istisna olarak değerlendirilirken bugün anaakım bir yöntem haline geldi. Ukrayna’dan ayrılan milyonlarca Ukraynalı da mülteci olarak değil geçici koruma statüsü verilerek diğer ülkelere yerleşiyor. Bu da mülteci hukukunun verdiği hakların yok sayılmasına ve hükümetlere karar değiştirmede ve farklı milletlere farklı muameleler yapmada olanaklar sunuyor. Bu sayede Polonya, Belarus sınırına çoğunlukla Irak Kürdistan’ından gelenlerin sığınma başvurusunu reddedip onlara şiddet uygularken Ukrayna’dan gelenlere de mülteci statüsü vermeyip, geçici koruma altında sınırı geçmelerini ve temel hizmetlere ulaşmalarını mümkün kılıyor, yine aynı keyfi yaklaşım ile Ukrayna’da okuyan Afrikalı öğrencilere de ayrı muamele yapabiliyor.

AB’nin sığınmacılara yaklaşımı

Göçmen ve mülteci hukukunu ve temel insan haklarını reddetme ve kendi çıkardığı kuralları dayatma konusunda Avrupa Birliği ile İngiltere yarışıyor. Buna ABD ve Avustralya da eşlik ediyor. Bu yazıda İngiltere’nin Ruanda ile son göçmen anlaşmasına değineceğimiz için uluslararası alandan birkaç örnek daha verip İngiltere’ye geçelim.

Polonya’daki sürece benzer şekilde Yunanistan da Türkiye’den geçmeye çalışan göçmenleri “pushback” denilen zorla geri döndürme, botları batırma, mültecilere işkence yapma gibi pratiklere açıkça başvuruyor ve AB’nin sınır koruma örgütü olan Frontex ile de işbirliği yapıyor. Örneğin Frontex uydu ve drone görüntüleri ile tespit ettiği botları Yunan sahil güvenlik birimlerine bildiriyor, onlar da Frontex’in gözetimi altında botları batırıyor, botların motorunu alıp sığınmacıları deniz ortasında bırakıyor ve onlara şiddet uyguluyor. Bir şekilde bunu aşanları ise Midilli ve Kos Adalarında açılan ve diğer adalarda da açılması beklenen, ileri gözetim teknolojilerinin yerleştirildiği, hapishane tarzı mülteci kamplarına koyuyorlar. Diğer örnek ise Kuzey Afrika’dan gelenleri tespit edip Libya’da savaş ağalarının köle kamplarına gönderilmeleridir. Benzer şekilde botlar tespit edildiğinde Libya “sahil güvenliği” denilen oluşuma haber veriliyor, onlar da göçmenleri berbat kamplara yerleştiriyor.

AB bunu Türkiye ve Libya gibi ülkelerle imzaladığı, uluslararası “danışmanlık şirketlerinin” yazdığı ve hukuka aykırı olan geri iade anlaşmaları ile yapıyor ve mültecileri komşu ülkelerde tutmak için o ülkelerin yönetimlerine finansal destek sunuyor. Ayrıca Yunanistan’daki mülteci kamplarıyla Türkiye-İran ve Yunanistan-Türkiye sınırına inşa edilen fiziksel duvarları ve “akıllı sınır” uygulamalarını da (Yüzde 85 oranında) AB finanse ediyor. Burada Türkiye’nin bu anlaşmadan çıkması, göçmen ve mültecilere zorla ev sahipliği yapma karşısında pazarlık yapmaması önemli taleplerdir. Ancak her ne kadar S. Soylu’nun Frontex’e ve Yunanistan’a yönelik sert eleştirilerinde doğruluk olsa da bu anlaşmanın imzacısı olmak bir çelişkidir. Aynı zamanda finansal destek sayesinde ülkemizde bu alanda büyük bir sektörün oluşması ve AB’den gelen siyasi eleştirilere son vermesi ve aynı zamanda birçok sanayi ve sektöre ucuz işgücü sağlaması açısından da mevcut durumdan faydalanan ciddi bir kesim de mevcuttur.

ABD ve Avustralya?

Bu uygulamalar sadece AB’ye özgü değil. Örneğin ABD de sınırına gelip sığınma başvurusu yapanları Meksika ile anlaşarak Meksika’nın çete şiddetinin en yoğun olduğu (kimi yerlerde şiddet düzeyi Suriye ile aynı seviyede) şehirlere gönderiyor, insanlar aylarca orada mahkeme sonucu bekliyor. Bunlara sınıra inşa edilen duvar ve aralarında YouTube videolarında sıkça izlenen dans eden robot köpeklerin, sensörlerin ve droneların olduğu ciddi bir teknolojik yatırım da eşlik ediyor.

Bir diğer örnek de Avustralya’nın kayıt dışı şekilde gelenleri, offshore denilen bir uygulamayla Papua Yeni Gine ve Nauru’ya ait, Pasifik adalarındaki kamplara yerleştirmesidir. Buna göre göçmenler Avustralya’ya gelememekte, bu adalarda esir şekilde unutulmaya terk edilmektedir. Kampların olduğu adaların yönetimine finansal destek veriliyor ve kampların özelleştirilmesi sonucu belirli şirketlere her “tutuklu” sığınmacı için para aktarımı yapılıyor. Ayrıca “offshore” sisteminin düzensiz göçmen hareketliliğine engel olmadığı, Avustralya’nın bu alanda beklediği sonucu doğurmadığı da artık anlaşılıyor. Buna benzer bir başka örnek de Bangladeş’in Rohingya mültecilerini yaşamaya-yerleşime uygun olmayan bir adada toplama yönünde yaptığı çalışmalar.

İngiltere hem bu örnekleri göz önüne alarak son dönemde sığınmacılar aleyhinde yeni yasa ve düzenlemeleri gündeme getiriyor. AB’den ayrılma sürecinde de en temel argümanlardan olan göçmen karşıtlığı özellikle hükümetin dara düştüğü, yolsuzluklarla sıkıştırıldığı dönemlerde yeniden ön plana çıkarılıyor. Yakın dönemde pandemide koyduğu kurallara Johnson ve ekibinin uymadığının kanıtlanması ve Johnson’un para cezası alması, Maliye Bakanı (aynı zamanda parlamentonun en zengin üyesi) Rishi Sunak’ın bir yandan vergileri arttırırken diğer yandan eşinin milyonlarca pound vergi ödemeden kaçması gibi haberler gündemdeyken şapkadan Ruanda ile imzalanan ekonomi ve göç işbirliği anlaşması çıktı.

İngiltere’nin “küresel göç krizine” “çözümü”

İngiliz İçişleri Bakanı bir süredir vatandaşlık ve göç alanında reformları gündemine almıştı. Avam Kamarasında Muhafazakar Parti’nin çoğunluğu sayesinde bu kararlar daha rahat geçse de Lordlar Kamarası’nın karşı çıkışları nedeniyle süreç uzuyor ve kamuoyunda tartışma devam ediyor.

Son 1 haftadır İngiliz İçişleri Bakanlığı “küresel göçmen krizine” dair bir reklam ve propaganda kampanyası başlatmıştı. Buna göre milyonlar yerinden edilmiş ve İngiltere’ye gelmek istiyordu, yasal sistem buna çözüm olamıyordu ve artık İngiltere kendi önlemini alacak ve dünyaya örnek olacaktı. Konunun içeriğine geçmeden önce belirtmek gerekir ki, hem İngiltere’ye yönelik sığınmacı hareketliliğinde hem de dünya genelindeki hareketlilik içinde ilk 10 sıradaki ülkelerin (Suriye, Irak, İran, Yemen, Afganistan gibi) hepsinde İngiltere askeriyle, silahlarıyla, şirketleriyle yer alıyor ve bu bölgelerdeki savaş, çatışma ve yoksulluk gibi temel konuların çözümsüz kalmasında ve şiddete dönüşmesinde, meselelerin diplomatik ve şiddet içermeyen yöntemlerle çözümünde isteksiz kalınmasında İngiltere’nin (ve ABD’nin, AB’nin başat üye devletlerinin) belirleyici bir rolü var. Ortada bir kriz varsa, bu krizin ortaya çıkmasının temel nedenlerinden biri İngiltere’nin izlediği politikalar.

Bir diğer konu İngiltere’ye yasadışı yollarla, botlarla ve kamyon kasalarında, geçenlerin sayısı yılda birkaç bin on binle sayılırken Türkiye gibi birçok ülkede bu sayı yüz binlerle ifade ediliyor. Mesela botlarla İngiltere’ye gelenlerin sayısı 2021’de 28.526’yken 2020’de 8466 ve 2019’da 1843. Ciddi bir artış oranı olsa da yine de toplam sayılar düşük.

Hem İngiltere’de hem de dünya genelinde düzensiz-kayıt dışı göçmenler içinde yürüyerek veya botlarla sınırı geçmeye çalışanların oranı da oldukça düşük. Çok büyük bir çoğunluk yasal vizeyle hedef ülkeye gidiyor ama vizesi sona erdiğinde dönmüyor. Ayrıca krizin derinliğini kanıtlama amaçlı verilen sayılardaki milyonlarca mülteci ve yerinden edilenler de halen Afrika’da, Ortadoğu’da, Türkiye gibi ülkelerde kalıyor. Ama artık anlaşılıyor ki sadece finansal destekle de bu ülkelerin göçmenlere zorla ev sahibi olması mümkün olmuyor. Ekonomik krizin de etkisiyle AB, İngiltere, Avustralya veya ABD ile göçmen anlaşması yapan ülkelerde de iktidarlar üzerinde ciddi bir politik basınç oluşuyor.

İngiltere’nin bir diğer iddiası da gerçek mülteciyi ekonomik göçmenden ayırmak. Günümüzde bu ayrımları net şekilde yapmak zaten mümkün değil. Ancak İngiltere’nin Ukrayna’daki savaşın en aktif taraflarından olmasına rağmen Ukraynalılara kapıyı en zor açan ülke olduğunu da göz ardı etmemek gerekiyor. Yaklaşık 50 bin Ukraynalıya vize verilse de bunların önemli bir kısmı zaten İngiltere’de yaşayan Ukraynalıların ailelerini yanlarına getirmeleri sayesinde oldu. Hükümet Ukrayna’dan gelenlerin barınma konusunu da halka yıktı ve gönüllülerin evlerinde bir odayı Ukraynalılara açmasını, onlara sponsor olmasını istedi ve karşılığında ayda 400 pound kadar ödeme yapacağını söyledi. Bu uygulamanın da gerekli önlemleri alınmadığı için sponsor olma adı altında Ukraynalı mülteci kadınlara taciz vakalarının yaşandığı veya taciz içerikli davetlerin iletildiği ortaya çıktı.

Yine Afganistan savaşındaki en temel işgal güçlerinden olmasına rağmen Taliban’ın Kabil’i almasının ardından sadece 13 bin Afgan’a mültecilik statüsü verildi. Bu dönemde en çok mülteci ise 97 bin kişiyle Hong Kong’dan kabul edildi.

Ruanda Planı nedir?

Bir haftalık kampanyanın sonucunda şaşırtıcı bir şekilde 14 Nisan’da Ruanda ile “küresel göç krizini” çözmek için ilk ortaklık anlaşması imzalandı. “Göç ve Ekonomik Kalkınma” anlaşmasına göre İngiltere bir yandan Manş Denizinde donanmayla kontrolleri arttıracak, her ne kadar Fransa karşı çıksa da pushback-geri ittirme vakaları yaşanacak, diğer yandan İngiliz kıyılarına ulaşanları Ruanda’ya götürecek ve onların sığınma başvuruları Ruanda’da değerlendirilecek. Başvuranın sığınma başvurusu kabul edilirse kişi Ruanda’da mülteci olarak yaşamaya devam edecek. Reddedilirse ne olacağı belli değil, Ruanda’nın bir şekilde kişiyi ülkesine göndermesi bekleniyor.

Aslında İngiltere “offshore” politikasını uzun zamandır gündemine alıyordu. Ancak birçok ülke bu öneriyi reddetmişti. Sadece Ruanda kabul etti. Ruanda geçmişinde soykırımın olduğu, ülke içinde şiddetin yüksek olduğu, İngiliz belgelerinde de muhalefet üzerinde baskıların yoğun olduğu, yurtdışında dahi muhaliflere saldırı düzenlemekle suçlanan, kendisi de göç veren bir ülke. İngiltere bunun karşılığında Ruanda’nın ekonomik büyümesi için 120 milyon pound harcayacak.

Hem offshore hem de pushback taktiklerinin işe yaramadığı, göç hareketliliğinin, azalsa dahi devam ettiği, söz konusu azalmanın ise göçmenlerin bulunduğu transit ülkelerin üzerindeki baskıyı arttırdığı son birkaç yılın uygulamasında net şekilde görülse de burada temel hedefin “insanları sömüren” kaçakçı çeteleriyle mücadele olduğu iddia ediliyor. “Zor durumda olan insanların zar zor biriktirdiği paraya da el koyan ve onlara hayal satan kaçakçıların işlerini bitirmek için” bu tür uygulamaların gerekli olduğu savunuluyor. Ancak son yılların pratiği bunun mümkün olmadığını, kaçakçıların yeni yollar bulduğunu, hatta Ruanda, Libya gibi ülkelere geri gönderilenleri o ülkeden çıkarmak için de göçmenlerin kaçakçılara para ödemeye devam ettiği biliniyor. Birkaç yıl önce İsrail de benzer bir anlaşmayı Ruanda ile yapmış ve Eritreli ve Sudanlı sığınmacıları göndermişti. Araştırmalarda geri gönderilenlerin kaçakçılarla başka ülkelere gittikleri anlaşılmıştı. İsrail bu programa son verdi.

Plan hemen yürürlüğe girse de göçmenlerin 4 bin km ilerideki Ruanda’ya nasıl gideceği, oradaki hakları, başvurunun işlenmesi süreci gibi birçok konu da belirsizliğini koruyor ve bu belirsizliği aşmak da kimsenin gündeminde değil. Hem geri ittirme ve işkence hem de “offshore” ile başka ülkelere gönderme uygulamalarının başarısızlığı netken İngiltere’nin 4 bin km öteye sürekli sığınmacı taşımasının da İngiliz hükümetinin istediği sonuçları doğurmayacağı net.

Bu meselenin dünya genelindeki ekonomik kriz, iklim değişikliği krizi ve militarizm/savaş kışkırtıcılığı ile daha da derinleşeceğini öngörmek zor değil. Savaşların, çatışmaların, yoksulluğun ve iklim değişikliğinin sebebi olan emperyalist-kapitalist sistemle hesaplaşmadan, iktidarların birbirleriyle yaptıkları göçmen pazarlığına son vermeden, iktidarların hayatından memnun olmayan halklara suçlu olarak göçmenleri göstermesine karşı çıkmadan da bu sorunların aşılması mümkün olmayacak.