Bugün 16 Nisan... Cumhuriyetin niteliklerini ayaklar altına alan, devleti sermaye sınıfıyla daha da özdeşleştiren Anayasa değişikliğinin kabul edildiği günün üçüncü yıldönümü…
Salgınla mücadele yönetiminde “burası Türkiye” dedirten kargaşalarla; gecikme, ihmal, eşgüdümsüzlük ve kontrolsüzlük gibi uygulamalarla yönetim ve sağlık tarihine epey olumsuz sayfa ekleniyor.
Salgın sürecinin başlangıcından bu yana yaşananlar, her ne kadar günlük hatta anlık fotoğrafların magazinsel okumalarıyla ortalıkta dolaşsa da, yalnızca sağlığın değil, toplumun yönetilememesini, devletin panik dolu beceriksizliğini ve düzen içindeki çıkar azınlığı lehine taraflılığını ortaya koyuyor.
Zaaflarıyla, çaresizlikleriyle, pazarlıklarıyla, tarikat ve cemaatler arasında paylaşım çabasıyla, asıl olarak da sermaye sınıfını kollayıp emekçileri piyon olarak feda eden politika ve uygulamalarıyla dolu devasa bir örgütle karşı karşıyayız.
Açık ve net olan, evrensel hukuk devleti ilkelerinin, siyasal ve hukuksal sorumlulukları belli siyasal yöneticilerle bürokratların terk edildiği; bilim ve aydınlanmanın ayaklar altına alındığı; dinsellik ve denetimsizlik zırhıyla kaplı “gündüzkondu devlet”in salgın hastalığın altında kalması.
Bugün 16 Nisan… Geleneksel devleti, parlamenter rejimi ve yargıyı değişime uğratarak yürütme organını “tek”leştiren; siyasi parti üyeliğiyle arasında kalın kuşak bağlanan cumhurbaşkanına yasama ve yargı üzerinde güç tanıyan, yasa olmayan alanlarda kararname çıkarma yetkisi veren; tüm idari yapıyı cumhurbaşkanlığı teşkilatı içine yerleştiren; değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez cumhuriyetin niteliklerini ayaklar altına alan; devleti sermaye sınıfıyla daha da özdeşleştiren Anayasa değişikliğinin kabul edildiği günün üçüncü yıldönümü…
Salgında bakanların görevini ve eşgüdümünü, güncel bakan istifası fıkrasını ve bakanlar arasındaki tartışma duyumlarını buraya yerleştirirsek, artık parlamento içinden çıkan bir hükümet ve siyasi sorumluluğu olan bakan yok. Bakan; CB tarafından atanan, ona karşı sorumlu olan, CB teşkilatı içinde bürokratik makam sahibi, amiri olduğu bakanlık ya da kuruluşların “yasallık güvencesi” olmayan bir kamu görevlisi.
Bir yandan da bu kadar yüzeysel değil. Değil, çünkü salgın hastalık yönetimindeki hafife alınamayacak zaafları ve ihmalleriyle, kara cumasıyla, istifa ve reddiyesiyle, kararları ve uygulamalarıyla “devlet” dediğimiz gündüzkondu örgüt, Anayasayı da iktidar lehine ihlal ve ihmal ederek daha iki yılını doldurmadan çatırdıyor, çökmeye yüz tutuyor.
Önceki rejimin alışkanlığını sürdürdüğü için ve bu alışkanlık artık yeni dönemde işe yaramadığı için devlet içinde yerini alan Meclis içi muhalefet de örtülü destek rolünden öteye geçemiyor.
Yüzeysel eleştiriyle yetinen veya infaz yasası görüşmelerinde olduğu gibi Meclisteki parmak sayısına sığınan ama -çeşitli kaygılarla olsa gerek, bilmiyoruz- oylamaya bile rağbet etmeyen muhalefet, sağlık emekçilerinin fedakâr mücadelesi ile sağlık sisteminin piyasaya teslimiyeti arasında ayrımın üzerine gidemeyerek, koruyucu sağlık hizmetini savunamayarak siyasal iktidarın “eleştirilmezlik” tuzağına düşüyor ve adeta onunla özdeşleşiyor.
Yalnızca sağlık alanında değil, diğer tüm alanlarda temel kamu hizmeti ilkelerinin ve politikaların üzerindeki söz ve karar sahipliğini sermayeye, tarikatlara ve külliyeye bırakan; planlama ve eşgüdüm sorunu olan, toplumculuk yerine piyasayı rehber edinen; CBK’lerle sıkça değiştirilen görevler ve kurumsal yapı içindeki güvencesiz bürokratik makamlarla çalışmayı alışkanlık haline getiren bir devletle işlerin yürütülemeyeceği açık seçik görülüyor.
Buna bir de işine geldiğinde cumhurbaşkanı gibi uzaktan izleyip müdahale ediyor gözüken, işine geldiğinde tek başına yürütmeyi ve karar makamını oluşturan, işine geldiğinde de parti başkanı olup siyaset yapan bir üst makam eklendiğinde tablo tamamlanıyor.
Zaaflarla dolu bir devlet tarafından hem piyasa ve tarikat yasalarıyla hem de bilimi tanımayan derme çatma, günübirlik anlayışla sürdürülen bir yönetim söz konusu. Ve tabii yolculukları 2017’den çok öncelerden geliyor.
İçinde yaşadığımız virüslü dünya yalnızca sağlığı ve yaşam hakkını tehdit etmiyor. Eğitiminden adaletine, ekonomisinden çalışma dünyasına ve emekçisine, psikolojisinden sosyolojisine, iç güvenliğinden dış güvenliğine, kaynağından harcamasına, hukukundan kamusal hizmetlerine, yerelinden merkezine hangi alan salgının etkisi dışında?
Klasik ya da sosyal medya görünümlü tartışmalara girmeyelim ama “hemen her alanda en büyük ve güçlü örgüt olan devletin yaptığı şeyler doğru, halkın korku ve panik içinde virüsü yayma ve alma pahasına sokağa dökülmesi yanlış” gibi bir ayrıma gitmenin hiç sırası değil.
Mevcut devlet yapısında kamu görevlisi bakanlara özel misyon yükleyip onların görev, iş ve istifalarıyla uğraşmak “hükümet istifa” gibi siyasal, toplumsal ve meşru talebi de unutturuyor.
Bilinen bir şey var ki, -bu bir okuma şekli ya da yorum değil, anayasal yapı- yürütme organında siyasal iktidarı temsilen hükmeden, nihai söz ve karar sahibi olan tek kişi var.
O siyasal iktidar ki kapitalist düzenin yönetici örgütü ve salgın halinde dahi sermaye sınıfını düşünmekten emekçiyi bastırmaktan ve yalnızlaştırmaktan geri kalmıyor.
Sermaye örgütleri içinden çıkan sesler yakınma ve eleştiri değil, yeni istikrar talepleri…
Yaşatılanları -Charles Dickens’in “İki Şehrin Hikâyesi” romanından ödünç alarak- patronlar yönünden “zamanların en iyisi”, emekçi halk yönünden de “zamanların en kötüsü” diye tanımlayabiliriz.
Bugün zamanların en kötüsünü yaşamak zorunda bırakılanlar bilimin, aydınlanmanın, yurtseverliğin, sınıfsal mücadelenin en iyisini bilenlerdir ve bu düzeni değiştirecek olanlardır.