Lüksemburg’tan Faroe’ye: Bitmeyen çöküş, benzer tepkiler ve aynı suratlar...

"Dünkü sonuçla futbolumuzun dibe vurduğu falan yok, zaten uzun zamandır dipte demir atmış durumdayız."

İsmail Sarp Aykurt

Dipteydik ve yeniden dipteyiz...

Faroe Adaları’na yenildiğimizde neden canımız çok sıkılıyor? Çünkü Faroe Adaları’nın yüzölçümü, nüfusu vb. gibi demografik özellikleri bizden fazlasıyla küçük görünüyor ve biz hazımsızlık sorunumuzun en yüksek mertebeden nüksetmesiyle başbaşa kalıyoruz.

Yoksa ülkemizin mağlubiyet alması yeni bir şey değil, kronikleşmiş bir olgu. Ama iş Faroe’ye kadar daralınca egomuz tavan yapıyor. Hem kulüp hem de milli takımlar düzeyinde kaybettiğimiz irtifanın farkında bile değiliz.

Yoksa hatırlayalım, anlı şanlı “şerefli mağlubiyetler çağı”nı yaşamışlığımız da vardır futbolda...

Şimdi ise düşük bir seviyede olsak da tam namağlup ve lider gidiyoruz derken, bir beraberlik ve mağlubiyetle bitkisel hayata giriyoruz.

Halbuki Faroe Adaları ile aynı grupta olduğumuz, birkaç seri galibiyet gördükten sonra hızlıca unutulmuş durumda ve Uluslar Ligi’ndeki irtifa kaybımızın nedeni Lüksemburg beraberliği ya da Faroe mağlubiyeti de değil...

Ülke futbolundaki kırılganlık ve istikrarsızlık, olanca temposuyla, kapışmasıyla, bitmeyen egosuyla devam ediyor.

Türk futbolunun müzminleşen döngüleri ve kuralları işliyor.

Ayrıca biz kendimizi o kadar dev aynasında görmeye alışmışız ki değil Faroe, başka bir ülke olsa da karşımızda “şanlı tutbol tarihimiz” önünde biat etmesi gerektiği fikri ağır basıyormuş gibi davranmayı sürdürüyoruz.

Oysaki futbolun gerçekleri ile futbolumuzun gerçekleri arasındaki açı öyle hemen ve ivedilikle kapanacak gibi durmuyor.

Ayrıca, futbol da toplumsal bir olgu, ülke siyaseten çürüdükçe futbol da ona benziyor, meylediyor.

Önce çağdışı dediğimiz antrenör Şenol Güneş’i gönderiyor, “Prusya disiplini” beklenen Kuntz’un dünkü maçın ardından söylediği “Teknik direktör değişikliğinden söz etmek kolay. Gerçeklerle yüzleşmek lâzım. Türkiye Millî Takımı’nın şu andaki gerçek durumu bu. Hoca değiştirerek şu anki gerçekliğin değişmesini beklemek gerçekçi değil.” sözleriyle milliyetçi hezeyanlara yelken açıyoruz.

Kuntz her yaptığıyla doğru olmasa da veya onu yetersiz görsek de bu kendi yetersizliklerimizi tespit etmeye, gölgelemeye engel olacak noktaya bir şekilde vardırılabiliyor.

Futbolumuzun gündemini değiştirmeye de gerek yok, Türk futbolunun tarihsel döngüleri küçük çıkışlar ve büyük çöküşler halinde “iki ileri bir geri” bile gidemiyor.

“Ceddin deden, neslin baban” ideolojisiyle harmanlanmış “Bizim Çocuklar” goygoyuyla buraya kadar çünkü...

Artık perde kapanıyor.

Dünkü skor bu sefer gerçekten de “tarihi” denebilir. Ama bana kalırsa bu “tarihilik” Faroe açısından geçerli. Çünkü Faroe Adaları tarihinde bu skorların ziyadesiyle az olduğu malum.

Komşumuz Yunanistan da Faroe’ye kaybetmişti zamanında ama bizimki kadar büyük çöküş emareleri yaşanmadı. Türkiye’nin ise çöküş dinamikleri sadece skorlara bağlı değil, futbol yapısıyla, medyası, paradigması ile yüzde yüz ilişkili...

Demek ki Hollanda’dan 6 yediğimizde gönderdiğimiz Şenol Güneş’i, şu an Netfliks ile hasbıhal içindeki Fatih Terim’i, boşta bekleyen Sergen Yalçın ve “benim neden teknik direktörlükte ismim geçmiyor” diyerek “hazırda bekleyen” Yılmaz Vural’ı konuşma vaktimiz yine gelmiş.

Aramız bozulan Lucescu’yu ise şimdilik liste dışında bırakıyor, “E İngiltere de sonuncu olup, Uluslar Ligi’nde küme düştü” diyenleri duymuyoruz.

Ama işin aslı şu ki Türk futbolunun bu hali artık kabak tadı vermeye başladı.

Üstüne üstlük, elini masaya vuran tarzıyla neredeyse bizi de azarlayacak Hamit Altıntop ve TFF’dekiler futbolu düzeltmek hevesiyle geldikleri TFF binasında bizi mi suçlu ilan edecekler?

Doğru olan şu, evet asıl suçlu biziz, “hala futbol izlemek için Türkiye takımını tercih ettiğimiz için”...

İzleyecek bir şey bırakılmadı nasılsa...

Milli takımın başarısızlığını bir planlama ve örgütlenme sorunu olarak görmedikçe, bunu toplumcu bir şekilde ele almadıkça, karşılaşacağımız tablo “anlık başarılar ile sersemleten yeni çöküşler” arasında gidip gelecek.

Türk futbolunun yıllara yaslanan kriz döngülerinden kurtulamayışının temelinde de bu var. Ne isim, ne stadyum, ne seçilen vilayet ne de yabancı kural tartışması vb. gündemler bu gidişatı değiştirme iradesi gösterebilir.

Bilinen ifadeyle, bataklığı da kurutup yerle bir etmedikçe, üç beş sinek öldürsek de o sinekler ve yenileri bizi kovalamaya devam edecek.

O nedenle, takımda oynamayan isimlerin kadroya dahil edilişi, akan oyunda taktikler, alınmayan isimler, istikrarsız ve formsuz futbolcular, tesisleşmenin eksikliği, disiplinsizlik, egosantrizm vb. birçok şey bizim “mikro” sorunlarımız olarak yer ediyor.

Halbuki futbolun bir merkez tarafından ve ayrıntılarıyla planlanmasındaki eksiklik ya da “yokluk” hali, kaynaklarımızın iyi yönetilemeyişi veya israfı, futboldaki eşitsizlik ve futbolun sermayeye teslimi gibi “makro ve gerçek” sorunlar asıl gündemimiz olmalıydı.

Yoksa ülkede reform bile yapamayanlardan “futbolda devrim” bekleme durumu ile ilgili değil bu. Değişmesi gerekenler arasında bu yüzler de var. Ama bilindik yüzlerin diğer bilindik yüzlerle takas edilmesi olamaz bu.

O yüzden daha çok uzatmadan söylemek lazım.

İyi bir jenerasyon her zaman gelebilir ancak onu iyi bir örgütlülük, delegasyon, kolektif mantalite ve planlama olmadıkça ne dönüştürebilebilirsiniz ne de bir gelecek kurabilirsiniz. Bu asla değişmeyecek.

O nedenle, dünkü sonuçla futbolumuzun dibe vurduğu falan yok, zaten uzun zamandır dipte demir atmış durumdayız.

Biz sadece teyit etmiş olduk bunu ve yeniden ikna oluyoruz...