Doların nereye gideceğini değil de ‘dışa açıklığı’ tartışmaya ne dersiniz?

Türkiye’ye döviz girişinin üç ana kapısı, turizm, tekstil ve otomotivde faaliyetlerin durduğu, belirsizliklerin arttığı bir dönemde ilk göstergelerden birinin TL’de değer kaybı olması anlaşılır. Ancak bunun kabul edilebilir, toplumsal maliyetlerinin üstlenilebilir olup olmadığını çok daha açık bir biçimde sorgulamak, tartışmak gereken bir dönemden geçildiği de açık.

Gülay Dinçel

17 Nisan günü dolar 6,90, avro ise 7,47 TL civarında işlem görürken Merkez Bankası Nisan ayı beklenti anketini açıkladı. 2020 sonu dolar/TL tahmini 6,93’e, 2021 Nisan tahmini ise 7,11’e yükseldi. Mart ayındaki ankette 2020 sonu beklentisi 6,51, bir yıl sonrası için beklenti 6,66 idi. (Merkez Bankası beklenti anketi finansal ve reel sektördeki karar alıcı ve uzman kişilerin beklentilerinin sonuçlarını yansıtıyor.)

Türkiye’de ilk Covid-19 vakasının resmi olarak açıklandığı 11 Mart’tan bu yana TL, dolar karşısında yüzde 12, avro karşısında yüzde 8 değer kaybetti. Ocak başından bu yana değer kaybı da sırasıyla yüzde 16 ve yüzde 13 oldu. 2018 Mayıs ayında ABD ile yaşanan siyasi gerilimle tetiklenen, Eylül ayında üst noktalara ulaşan değer kaybıyla karşılaştırıldığında şimdilik, görece sınırlı bir değer kaybından bile söz edilebilir. Ki içinden geçilen dönemde 2018’den farklı olarak “ani duruş” olarak adlandırılabilecek çok daha sert üretim ve ihracat kayıpları söz konusu. (Mart ihracatı yüzde 17 azaldı, Nisan ve Mayıs’ta daha yüksek daralmalar yaşanacağı öngörülüyor.) 2018 yılının tamamında TL, dolar karşısında yüzde 43, avro karşısında yüzde 36 değer kaybetti. Hem 2018 yılındaki rekor değer kaybının baz etkisi hem de Merkez Bankası rezervlerinin kullanılması başta olmak üzere bir dizi kamu müdahalesiyle 2019 yılında değer kaybı sırasıyla yüzde 12 ve yüzde 9 oldu.

Spekülatif hareketler, kur hareketlerinden yararlanmaya yönelik pozisyon alışlar da etkili olmakla birlikte Türkiye ekonomisinin yapısı kur şoklarını kaçınılmazlaştırıyor. Merkez Bankası rezervlerinin kullanılması başta olmak üzere para politikası önlemlerinin etkinliği üzerinden tartışma yürütmek sorunun esas kaynağını örtmeye yarıyor. Türkiye ekonomisini kur şokları karşısında bu kadar kırılgan hale getiren dışa açıklık düzeyi, ihracat ve ithalat kompozisyonu ve üretim yapısıdır. Sürekli dış kaynak ihtiyacı yaratan bu yapı, siyasi gerilim, salgın, ekonomideki yapısal tıkanıklar, herhangi bir nedenle kaynak akışı tehlikeye girdiğinde döviz şoklarına yol açıyor. Merkez Bankası rezervlerinde hızlı erime de, iş bilmezlik ya da siyasi iktidarın birtakım tasarruflarından ziyade sermayeyi kurtarma, şirketleri yüzdürme çabasının sonucu oldu. Türkiye’ye döviz girişinin üç ana kapısı, turizm, tekstil ve otomotivde faaliyetlerin durduğu, belirsizliklerin arttığı bir dönemde ilk göstergelerden birinin TL’de değer kaybı olması anlaşılır. Ancak bunun kabul edilebilir, toplumsal maliyetlerinin üstlenilebilir olup olmadığını çok daha açık bir biçimde sorgulamak, tartışmak gereken bir dönemden geçildiği de açık.

Merkez Bankası ya da bir bütün olarak ekonomi yönetimi 2018 Mayıs ayından bu yana, beceriksizlik, istismar kadar “teknik cinlik” olarak da adlandırılabilecek unsurlar da içeren bir performansla bıçak sırtı bir dengeyi yönetiyor. Bir boyutu alacaklı finans sermayesinden sanayi yatırımcısına uluslararası sermayeye şantaj, bir boyutu sermayenin çıkarlarını kollamak üzere halı altına süpürme, emekçilere daha fazla yüklenmeye dayalı bu “kriz yönetimi”nin sürdürülmesinin güçleştiği günlerde salgın başladı.

‘Dışa açıklık' arttıkça kırılganlık artıyor 

Döviz kurunda ve Türkiye’nin risk priminde gerçekleşen hızlı yükseliş, döviz rezervlerinin yetersizliği başta olmak üzere aslında yine sonuç olan gelişmelerle ilişkilendirilerek tartışılıyor. Türkiye ekonomisinin yapısının, hele 2018 Mayıs’ında yaşanan kırılma sonrası sürdürülemez ve yönetilemez hale geldiği görmezden geliniyor.

AKP iktidarı ve ekonomi yönetimlerinin katkısı da çok olmakla birlikte Türkiye’nin kapitalist bir ülke olması, “dışa açıklık”ta, uluslararası sermayeye entegrasyon düzeyinde alınan mesafe bu tabloyu kaçınılmaz kılıyor. Türkiye’nin, uluslararası sermayeye en fazla değer aktarımı yaptığı sektörler, daha önce de vurgulandığı gibi, finansman mekanizmaları da dahil edildiğinde, aynı zamanda döviz getirisi en yüksek sektörler yani turizm, otomotiv ve tekstil. Emek gücü sömürüsünün yoğunluğunun yanısıra farklı toplumsal kaynakların bu sektörlere tahsisi de dikkate alındığında Türkiye’nin dış ticaretinin emekçi halk açısından ne getirip ne götürdüğünü sorgulamaya ihtiyaç var.

1996 Gümrük Birliği Anlaşması ile vites büyüterek iyice hız kazanan dış ticaret, Türkiye’nin dış kaynak ihtiyacının sürekli artışı sonucunu da yaratarak çok hızlı bir gelişim sergiledi. Dış ticaretin GSYH içindeki payı 2000’lerin başında yüzde 40’lar seviyesindeyken 2018 yılında yüzde 60 olarak hesaplanıyor. Türkiye’nin dışa açıklık oranı dünya ortalamasıyla hemen hemen aynı. Ancak Türkiye’nin nüfusu, ithalat-ihracat yapısı, ihracat kompozisyonu dikkate alındığında “dışa açıklık” düzeyinin yüksek olduğu söylenebilir. Dünya ortalamasının ham petrol, madenler gibi hammadde ticareti ile arttığı düşünüldüğünde Türkiye ortalamanın üzerinde kalıyor. Dışa açıklık, sadece sermaye hareketlerinin serbestliği, dalgalı kur rejimi gibi mekanizmalarla değil, üretim altyapısının uluslararası sermayenin tercihleri ve ihtiyaçları doğrultusunda şekillendirilmesi nedeniyle de yüksek kırılganlık yaratıyor. Yüksek ara malı ve sermaye malı/teknoloji ithalatı bağımlılığı, enerji ithalatı da eklendiğinde her bir birim ihracat, dış kaynak ihtiyacının artmasına yol açıyor.

Nitekim salgınla birlikte söz konusu kırılganlığın çarpıcı yansımaları da belirgin olarak görülüyor. Hazır giyim gibi sektörlerde tamamen dış talep dalgalanmalarından ötürü Türkiye ölçeği için büyük toplumsal sonuçları olabilecek üretim duruşları yaşanıyor. Ani sipariş iptalleri dışında, teslim edilen malların ödemelerinin de yapılmadığı haberleri geliyor. Bazı sektörlerde de Türkiye toplumu açısından kısa vadede yaşamsal önem taşımadığı halde sipariş yetiştirmek, sözleşmelerin cezai maddelerinin uygulanmaması gibi gerekçeler de gösterilerek sermayenin çıkarları için gece gündüz ara vermeden üretim yapılıyor, emekçilerin yaşamı tehlikeye atılıyor.  

Mevcut siyasi iktidarın beceriksizliğine işaret ederek “Merkez Bankası bağımsızlığı”, “güçlü döviz rezervi”, “yapısal reformlar”, “ara malı ithalat bağımlılığı”nın azaltılması gibi önlemler önerenler esas olarak uluslararası sermayeye entegrasyon düzeyini daha da artırarak bu kırılganlıktan kurtulmanın mümkün olduğunu öne sürüyor. Oysa Türkiye’nin son 40 yıllık tarihi dışa açıklığı artıran her bir yapısal dönüşümün bağımlılığı güçlendirdiği, kırılganlığı artırdığı, çok daha karmaşık mekanizmalar içinde risklerin öngörülemez hale geldiğini ortaya koyuyor.

“Dolara ne olur” sorusu çok açık ki “ülkeye ne olur” sorusu esasında. Emperyalist merkezlerin hareket planları ve tasarımları doğrultusunda sermayenin tercihlerine kalırsa son iki yıla yakın süredir yaşananların daha sıkıştırılmış ve hızlandırılmışını yaşamak dışında bir seçenek olmadığını söylemek mümkün.

Almanya açılınca... 

“Dünyadaki gelişmelerden biz de etkileniyoruz” basitliğini çok aşan, salgın ve kriz yönetimini zorlaştıran bağımlılık, Almanya’dan, Avrupa’dan gelen “açılma” haberleriyle zaten zorunluluklar dışında pek kesilmemiş üretime dönüş baskısının artacağını gösteriyor. Nitekim Türkiye’deki Mercedes fabrikalarının üretime başlayacağı açıklandı. Büyük olasılıkla diğer otomotiv üreticileri de Nisan sonunda üretime dönecek, tabii bağlantılı sektörler de. Emekçilerin hayatını riske atma pahasına. Ankara’dan gelen “Geniş çaplı sokağa çıkmanın ekonomiye maliyeti ağır olur” şeklindeki açıklamalar da bu yönelimi destekliyor.

Türkiye’de sanayi üretimde doğrudan ve dolaylı bir şekilde Alman sermayesinin varlığının yüksekliği dikkate alındığında özellikle Almanya’nın süreç yönetiminin ve tercihlerinin belirleyiciliğinin, bağlayıcılığının yüksek olduğu bir kere daha görülüyor. Bu tür bağımlılığın yakıcı biçimde hissedildiği dönemeçlerin yeni pazarlıkları, sıkıştırmaları da gündeme getireceği açık. 2018’den bu yana TL’nin değer kaybına ek olarak ihracatta gözlenen birim değer kaybıyla (ihracat birim fiyatlarında döviz bazında gerileme) ihracat yoluyla aktarılan değer artışının süreceğine ilişkin emareler kendini belli ediyor. "Alman şirketlerin Türkiye'deki yatırımlarını azaltmayı planladığı" şeklindeki haberler, güçlü bir sermaye çıkışından ziyade bağımlılık zincirinin sıkılaşacağının işareti olarak yorumlanmaya daha açık.

Kaynak bulunur ama nasıl?

IMF’ye gidilip gidilmeyeceği, ABD ile döviz rezervlerini takviye etmek üzere SWAP anlaşması imzalanıp imzalanmayacağı, AKP iktidarının bunları yapmaya istekli olup olmayacağı ya da böyle bir hareket alanının olup olmadığı, doların geleceği, dün açıklanan rakamlara göre 122,5 milyar dolarlık kısa vadeli dış borç stokunun nasıl çevrileceği gibi konular etrafında en çok tartışılan konular. Ancak IMF’nin üye ülkelere payları oranında kredi tahsisi (Türkiye’ye 9,1 milyar dolar düşmesi bekleniyor), Dünya Bankası gibi kuruluşların hazırlığını yaptığı pandemi fonları gibi açıklamaların devamının geleceği, kimi yeni finansal enstrümanların şekilleneceği, Türkiye’nin siyasi pozisyonun yarattığı sıkışmaları kısmen hafifleten bir şekilde bunlardan yararlanabileceği ihtimal dahilinde.

Yeni mekanizmaların maliyetini, dayatılacak modelleri, Türkiye kapitalizminin rolünün nasıl güncelleneceğini tam öngörmek elbette mümkün değil. Ancak yönü net biçimde öngörülebilir, Türkiye emekçilerinin daha fazla baskı altına alınacağı, işsizlik ve yoksulluk dalgasıyla, tehdidiyle daha gelişkin sömürü mekanizmalarının kurulmaya çalışılacağı söylenebilir.