Türkiye’de siyasetin böylesine sağa çektiği bir dönemde Atatürkçü milyonların siyasette temsilsizliği ve ilerici potansiyelinin siyaset sahnesine taşınmaması, sol için de bir engel teşkil etmektedir

Tek eksikliğimiz Atatürkçülük mü?

Geçen hafta bu köşede yayınlanan “Bir anomali hali: Atatürkçülüğün yokluğu” adlı yazı hayli okundu ve tartışıldı. Yazıya doğrudan yanıt olarak Yusuf Karadaş Evrensel’deki köşesinde 25 ve 26 Ağustos’ta “Meğer tek eksiğimiz Atatürkçülükmüş” başlığıyla iki yazı yazdı. Ergin Yıldızoğlu’nun Cumhuriyet’te yayınlanan 28 Ağustos tarihli yazısının adı “Kemalizm üzerine kısa bir not”tu. Dün de Mustafa Yalçıner Evrensel’deki köşesinde yer alan “İşçi sınıfı sonbaharı yazdan çok ısıtacak görünüyor…” adlı yazısında hem benim yazıma hem de Karadaş’ınkilere değiniyordu.

Aslında yazıyı yazarken benim esas derdim sol içerisinde zaten yıllardır yapılan ve herkesin söylemesi gereken her şeyi  söylediği bir tartışmayı, “sol ve Kemalizm” tartışmasını yeniden başlatmak değildi. Yazıda temel olarak iki şeye dikkat çekiliyordu: Birincisi, kendisini Atatürkçü olarak nitelendiren milyonların siyaset sahnesinde Atatürkçülük doğrultusunda temsil edilmiyor oluşuna ve ikincisi, bunun sosyalist siyaset üzerindeki olumsuz etkisine. 

Yazının derdi ise siyasetin hızla sağa çektiği bir ülkede Atatürkçü halk kitlelerini soldan kapsayacak bir öznenin varlığına duyulan ihtiyaca işaret etmekti. Böyle bir öznenin mevcut olmaması hem özellikle genç kuşağı faşist akımlar tarafından kolayca kapsanabilir hale getiriyor hem de solun toplumsallaşmasını ve etki alanını genişletmesini kolaylaştıracak faktörlerden birinden yoksun olunması anlamına geliyordu. 

Karadaş yazdığı yazılarda, benim yazımdan yola çıkarak ve kendi durduğu siyasal hat üzerinden “sol Atatürkçülüğe/Kemalizm’e nasıl bakmalı” sorusuna bir yanıt verdi. Bunu yaparken de aynı zamanda sosyalist mücadelenin bugün nasıl verilmesi gerektiğine dair düşüncülerini aktarmış oldu. 

Burada tekrar Kemalizm’in sınıfsallığına, Cumhuriyet’in kuruluşunun bir burjuva devrimi olduğuna, kurucu kadroların kapitalizm tercihlerine değinmeyeceğim. Bunlar zaten biliniyor, üzerlerine çokça şey yazıldı çizildi. Dolayısıyla Karadaş’ın kurucu ideoloji olarak Kemalizm’in sınıfsal karakterini tekrar hatırlatmasına gerek bulunmuyor, ben bunları unuttuğum ya da bilmediğim için yazmamış değilim, bahse konu yazının derdi başka olduğu için değinmeye gerek duymadım sadece.    

Ancak Karadaş’ın ve solun bir kısmının Osmanlı-Türkiye modernleşme sürecini eksikli, diyalektik metodu yeterince kullanmadan ve çubuğu sadece bir yere bükerek okuduklarını, bunun da hatalı olduğunu düşündüğümü belirtmeden de geçemeyeceğim. 

Sözünü ettiğim bakış açısı, Osmanlı-Türkiye modernleşme sürecine baktığında sadece etnik ve dini çatışmaları, sadece “devlet aklı”nı ve sadece sürecin “karanlık yüzü”nü görüyor ve oraya odaklanıyor. Elbette ki bu sürece baktığımızda 1915’i, Mustafa Suphi’leri ya da Dersim’i de görüyoruz ama bütün bir modernleşme sürecini katliamlara ya da etnik meselelere indirgeyerek okumanın kendisinde çok ciddi bir problem var. 

Monarşiden Cumhuriyet’e, tebaadan yurttaşa, ümmetten ulusa geçiş adına atılan adımlara, hilafetin ilgasına, medeni kanuna ve daha birçok ilerici hamleye bakmayan, bunların tarihsel ilerleme adına ne anlama geldiğini ve nasıl büyük bir önem taşıdığını görmeyen  ve küçümseyen bu okuma biçiminin tarihsel olanı da güncel olanı da yeterince anlama şansı bulunmuyor. 

Diyalektik, yani bütünsel bakıştan yoksun bu okumanın liberalizmle dirsek temasında olduğu ise çok açık. İttihatçılık ve Kemalizm’i bütün bir modernleşme tarihini anlamak için kullanan, bunlara tarih ve sınıflar üstü bir öz atfeden, devletin kesintisiz olarak bu zihniyetler tarafından yönetildiğini öne sürerek yine tarih ve sınıflar üstü bir devlet tarifi yapan, Türkiye tarihini sınıflar mücadelesi üzerinden değil merkez-çevre ikiliği üzerinden okuyan liberal bakış açısının izleri var maalesef burada. Bu ise bizi bütün bir modernleşme sürecini mahkûm etmeye, kötülemeye ve inkâra götürüyor ki bunun Marksizm olmadığı çok açık. 

Neyse, bu yazının da esas derdi kurucu ideoloji olarak Atatürkçülüğün/Kemalizm’in ne olduğu ya da solun ona nasıl bakması gerektiği değil. Bu yazıda Karadaş’ın söylediklerinden yola çıkarak güncel siyasete dair kimi önemli gördüğüm noktalara değineceğim.

İlk olarak bugün Türkiye’de Atatürkçülük ya da Kemalizm, ordu da dâhil olmak üzere, devletin ideolojisi değil; üstelik bu yeni bir olgu da değil. Uzun zamandır, AKP öncesinden beri devam eden “dekemalizasyon” sürecinin bir sonucu. Dolayısıyla mücadele edilecek bir resmi ideoloji olarak Atatürkçülük yok karşımızda. Kimi liberallerin öne sürdüğü üzere Erdoğan da Kemalistleşmiş falan değil; AKP Atatürk’le kavga etmenin beyhudeliğini gördüğü için tarihsel hakikatinden arındırılmış bir Atatürk imgesi yaratıyor sadece.

İkincisi, Atatürkçülük bugün TÜSİAD da dâhil, sermaye fraksiyonlarının hiçbirinin ideolojisi değil. Bankalar, şirketler, holdingler, ulusal günlerde istediği kadar duygusal reklamlar çekip insanları ağlatsınlar, sermaye düzeninin meşruiyeti Atatürkçülükten ya da Cumhuriyet ideolojisinden türemiyor günümüz Türkiye’sinde. İşçi sınıfı bunun üzerinden yönetilmiyor, emekçilerin rızası bunun üzerinden tesis edilmiyor. Düşük değerli TL ve ucuz emeğe dayalı ihracatçı birikim rejiminin siyasal İslam’a, tevekküle, cemaatlere, tarikatlara, imam-hatiplere ihtiyacı var bugün. Yaratılan emek cehennemi ancak bu şekilde sürdürülebilir çünkü. 

Dolayısıyla bugün yönetici sınıfların her hangi bir fraksiyonunu ya da kliğini Atatürkçü ya da Kemalist diye adlandırmak mümkün değil. Kurucu ideoloji olarak Atatürkçülüğün ya da Kemalizm’in kendisi burjuva karakterli olsa da Türkiye burjuvazisi için artık herhangi bir kullanım değeri yok bunların. Günümüz Türkiye kapitalizminin hegemonik projesi İslamcılığa dayanıyor, iktidar teknolojileri kamusal, siyasal ve toplumsal yaşamın milliyetçilik soslu bir şekilde İslamize edilmesi üzerinden işliyor. 

Bu nedenle Karadaş’ın söylediğinin aksine, “Atatürkçüler” dediğimiz zaman sermayenin bir fraksiyonuna ya da devlet içi bir hizbe işaret etmiyoruz artık, çünkü ortada böyle bir olgu yok. Atatürkçülük bugün halkın geniş kesimlerini ortaklaştıran ve AKP karşıtlığının merkezinde durduğu bir duygu durumu, bir kendini tanımlama, adlandırma hali. 

Bu geniş kesimler ise yine Karadaş’ın iddia ettiğinin aksine, burjuva falan değiller; Atatürkçü dediğimizde Koç’tan, Sabancı’dan, TÜSİAD üyelerinden vs. söz etmiyoruz artık. Giderek yoksullaşan, beyaz yakalı diye tabir ettiğimiz alt-orta sınıflar kendisini Atatürkçü olarak tarif ediyor, böyle görüyorlar, sahiden Atatürkçü denilebilecek birileri varsa işte bu insanlar. 

Bu nedenle sosyalistlerin Atatürkçülerle ittifakından bahsetmek burjuvazi ile ya da devlet içi bir klikle ittifak yapmak anlamına gelmiyor. Kendisini Atatürkçü olarak gören ama kültürel olarak soldan beslenen, yüzü sola dönük, emeğiyle geçinen, yani işçi sınıfına dâhil olan geniş halk kesimlerinin birtakım asgari müşterekler üzerinden sosyalist mücadeleye dâhil edilmesine dair bir stratejiden bahsediyoruz.

Karadaş Atatürkçülüğü burjuvaziyle özdeşleştirdikten ve emeğiyle geçinen milyonları işçi sınıfı tanımının dışına ittikten sonra sosyalistlerin geleneksel, yani mavi yakalı işçi sınıfına laiklikten söz etmemesi gerektiğini, laiklik mücadelesinin daha baştan dindar hassasiyetleri yüksek işçileri kaybetmek anlamına geleceğini söylüyor. 

Burada yine çok ciddi bir diyalektik/bütünlüklü bakış yoksunluğu var. Bugün Türkiye’de sermaye düzeninin hegemonyası siyasal İslam üzerinden tesis ediliyorsa, işçi sınıfını ehlileştirmek ve düzen dışına çıkmasını engellemek için din kullanılıyorsa, iş başında rejim inşa eden ve devletleşmiş İslamcı bir parti varsa ve bu parti sermaye düzeninin bekası adına her şeyi yapıyorsa elbette ki laiklik de sınıf mücadelesine dâhildir, elbette ki emeğin sömürüsüyle dinin sömürüsü arasındaki varoluşsal ilişkinin teşhir edilmesi bir zarurettir. Bugün ihtiyaç duyduğumuz şey geniş kitlelerin “laiklik en çok yoksula, emekçiye lazım” demesidir ve bu, sınıf mücadelesinin en güncel ihtiyaçlarından biridir. 

Son olarak, aslında Karadaş’ın her iki yazısının da kilit noktası ve esas kaygısı olduğu rahatlıkla anlaşılabilen “Kürt sorunu”na gelecek olursak, bugün Atatürkçü kitlelerin önemlice bir bölümü için bu soruna bakışa milliyetçiliğin damgasını vurduğu açıktır. Ancak aynı kitlenin, HDP’ye oy verme ya da Demirtaş’a sempati duyma gibi örneklere ya da sekülarizm ortak paydasına bakıldığında, Kürt sorununda diyalog kurulabilecek, sorunun siyasi karakterine ve barışçıl çözümüne ikna edilebilecek bir nitelik taşıdığı açıktır. Fakat bu kitlenin, onları sol değerler üzerinden temsil eden bir özne siyaset sahnesinde olmadıkça, giderek radikal bir milliyetçiliğe sürükleneceği de açıktır ki zaten şu an yaşanan tam olarak budur. 

Velhasıl, Türkiye’de siyasetin böylesine sağa çektiği bir dönemde Atatürkçü milyonların siyasette temsilsizliği ve ilerici potansiyelinin siyaset sahnesine taşınmaması, sol için de bir engel teşkil etmekte, onun kitleselleşmesini ve toplumsallaşmasını engelleyen faktörlerden biri olmaktadır. Yani “tek eksiğimiz Atatürkçülük” değildir elbette ama bu, ülke siyasetinin önemli bir eksikliğidir ve bizim de üzerimizde olumsuz bir etki yaratmaktadır.  

Bağımsız, kitlesel ve toplumsal bir güç olmak isteyen, önceliğini kendi ajandasının oluşturduğu ve iktidarı hedefleyen bir sol milyonlarca kişilik bir kitleyi elinin tersiyle bir kenara atamaz; bilakis görevimiz o kitleyle dirsek teması kurmak, birlikte yürüyecek bir yol açmak, kimi müştereklerde ortaklaşmak ve dönüştürücü bir ilişkiyi inşa etmektir. Bunun için ise hem tarihe hem de bugüne diyalektik yöntemle bakmak şarttır.