Enerji maliyetlerindeki artış mı, piyasa düzenini sürdürme ısrarı mı?

Enerji fiyat artışlarının Türkiye’deki maliyetlere yansımasının çok üzerindeki zamların arkasında, bir avuç enerji şirketinin karlarının korunması, piyasa düzenini ayakta tutma ısrarı yer alıyor.

Haber Merkezi

Emekçiler yeni yıla elektrik ve doğalgaz zamlarıyla girdi. Elektrik Mühendisleri Odası (EMO) İzmir Şubesi’nin hesaplamalarına göre 4 kişilik bir ailenin asgari yaşam standartları için tüketmesi gereken elektriğin aylık faturası yüzde 72’lik artışla 211 liradan 364 liraya çıktı. 

Enerji Piyasası Düzenleme Kurumu (EPDK) tarafından yapılan açıklamada enerji fiyatlarında dünya çapında yaşanan yükselişe bağlı maliyet artışları zamların gerekçesi olarak gösterildi. “Maliyet artışı” gerekçesi fazlasıyla tartışmalı ve ayrıca detaylı ele alınmayı hak ediyor. Özellikle açıklamadaki “Ayrıca devletimiz vatandaşlarımızı bu artışlardan koruma amacıyla elektrik faturalarında yarısını, doğalgazda ise beşte dördünü karşılayarak 2021’de toplamda 100 milyarlık destekte bulunmuştur” iddiasını değerlendirmek gerekiyor. Yukarıda bahsedilen EMO açıklamasında da vurgulandığı gibi 2020 yılında pandemi nedeniyle dünyada enerji maliyetleri önemli ölçüde düşmüş, tarifelere hiçbir şekilde yansımamıştı. Buna ek olarak dünyadaki enerji fiyat artışlarının enerji maliyetlerini çok güçlü bir şekilde yansıdığı iddiası, buna dayalı hesaplamalar da doğru değil. Siyasi iktidar elektrik üretiminde yenilenebilir kaynaklar başta olmak üzere yerli kaynakların payının yüzde 55’i geçtiğiyle övünüyor. Yani çıplak üretim maliyeti olarak bakıldığında ortalama maliyetin elektrik zamlarına gerekçe olacak bir oranda artmış olması güç görünüyor. Yine elektrik üretiminde önemli paya sahip doğalgazda tedarik maliyetinin son aylara kadar kontratlı alımlar kapsamında sözü edilen yüksek artışlardan az etkilendiği de biliniyor. Bu noktada birebir geçişi en yüksek olabilecek ithal kömür santrallerinde de üretim araları verildiği eklenmeli. Ancak toplam üretimin neredeyse üçte birini YEKDEM, YEKA gibi döviz alım garantili sistemlerle desteklemekten özel sektörün döviz borçlarının maliyetlerine, üretimi fizıbıl olmaktan çıkan doğalgaz ya da ithal kömür santrallerine sağlanan nakit desteklere, özelleştirme ve piyasalaşma sonucunda yaratılan yapının korunması, enerji patronlarının karları düşmesin diye uğraşılması son zamların gerçek gerekçesini oluşturuyor.

Bu faturanın nasıl yaratıldığını, neden sürekli arttığını geçen yıl soL’da yer alan kapsamlı bir değerlendirmeden yararlanarak yaptığımız bir derlemeyle anlatmak istiyoruz:

Son 20 yıla AKP iktidarı eliyle yapılan enerji özelleştirmeleri ve piyasalaşma damga vurdu. Elektrik üretiminde özel sektörün payı 2002 yılında yüzde 20 iken 2021’de yüzde 80’i aştı. Devlette olan elektrik dağıtımı tamamen özel sektöre devredildi. Doğalgaz dağıtımı da, İGDAŞ haricinde, tamamen özel sektörde. 

Bütün bunlar aynı zamanda enerji talebine çok büyük bir artışın olduğu, akaryakıt dahil toplam enerji talebinin yüzde 100’e yakın büyüdüğü, elektrik tüketiminin ise 2,5 kattan fazla arttığı bir dönemde gerçekleşti. Elektrik özelinde bakılırsa 2002 öncesinde “pasta”nın büyüklüğü 100 birimdi ve bunun 80’i devletin kontrolündeydi. Bugün 250 birimi aşan bir büyüklükten söz ediyoruz ve 200 birimden fazlası özel sektörün kontrolünde. 2020 yılında  elektrikte toplam 10 milyara yaklaşan ciro ve yine milyarlar mertebesinde kar edildiği tahmin ediliyor. 2002 yılından bu yana özel sektörün elektrik üretimi, dağıtımı ve ilişkili faaliyetlerden elde ettiği toplam gelirin 80-90 milyar dolara ulaştığı tahmin ediliyor. Sektörün karmaşık yapısı nedeniyle ne kadar kar edildiğine ilişkin öngörüde bulunmak zor. Ancak Sabancı grubuyla Alman E.On’un ortak olduğu Enerjisa Dağıtım’ın 2020 yılı FAVÖK’ü (finansman, amortisman ve vergi öncesi kar), cirosunun yüzde 34’üne tekabül ediyor ve 2,5 milyar lira mertebesinde. 

Elektrikte 2002’de 31,8 GW olan kurulu güç 2020 sonunda 95,9 GW’a ulaştı ve artan kapasitenin tamamına yakını özel sektör yatırımlarından oluştu. Devletin alım garantisi başta olmak üzere bir dizi destek sunduğu bir ortamda yatırım ve üretim riskinden söz etmek pek mümkün değil. 2002-2020 döneminde elektrik sektörüne 100 milyar doların üzerinde yatırım yapıldı ve bu yatırımların yaklaşık yüzde 70’i döviz bazında alınan kredilerle gerçekleştirildi. 

Toplumsal öncelikler ve çıkarlar doğrultusunda bir planlama olmadan yapılan yatırımlar büyük bir borç birikimine ve nihayetinde kısmen atıl kapasiteye yol açtı. Özellikle 2018 krizinden bu yana yeniden yapılandırılan, özel bankalardan kamu bankalarına aktarılan, bu arada dövizden TL’ye çevrilip döviz riski de kamuya dolayısıyla halka yüklenen borç stokunda enerji sektörünün payı hayli yüksek. İşin bu kısmını tam olarak faturalarda görmüyoruz, faturalara yansıyan hala şirketlerin üzerinde olan borçların maliyetleri. Bir şekilde kamuya devredilen maliyetler de var ve bunları başka mekanizmalarla yine emekçiler ödedi ya da ödemeye devam ediyor. Enerjide özelleştirme ve piyasalaşmanın faturası bundan da ibaret değil. Aynı zamanda dış borçtaki yüksek payın ve bu borçlara ilişkin risk algısının 2018’deki kur şokunda daha fazla, ancak o tarihten bu yana yaşanan tüm kur artışlarında da önemli etkisi olduğu söylenebilir. 

Enerji pastası: Büyükler de var, çıkışlarını enerji projeleriyle yapan ‘beşli çete’ üyeleri de…

2020’de AT Kearney danışmanlık firması tarafından yayınlanan MW100: Türkiye’nin En Büyük 100 Elektrik Üreticisi raporuna göre en büyük 100 şirket Türkiye’nin toplam elektrik üretim kapasitesinin yüzde 85’ini, en büyük 10 şirket yüzde 48’ini oluşturuyor. Ki bu şirketlere baktığımızda Sabancı, Akkök, Enka gibi geleneksel sermaye gruplarını da, ilk çarpıcı çıkışlarını enerji özelleştirmeleriyle yapan Limak, Cengiz, Kolin gibi grupları da görüyoruz. İstanbul Sanayi Odası’nın En Büyük 500 Sanayi Kuruluşu’ndaki gruplarla örtüştüğünü de söylemek mümkün. Bu listeye Tüpraş ile Koç grubunu da eklediğimizde aslında büyük sermaye gruplarının büyük bir iştahla enerji pastasından pay aldığı görülüyor. 

Tabii bu resme finans kuruluşlarını, bankaları da eklemeye ihtiyaç var. Büyük sermaye girdisine ihtiyaç duyan bu yapı aynı zamanda büyük miktarda finansal kaynağın mobilize edilmesini gerektiriyor. Yapılacak büyük yatırımlar veya özelleştirme kapsamındaki satın almaların gerçekleşebilmesi için finans bacağı ilk aşamalardan itibaren proje geliştirmenin bir parçası oluyor, yatırım esnasında alınan kredilerin proje gelirleriyle ödenmesine yönelik çeşitli finansman mekanizmaları, projenin işletilmesi sırasında da finansal kuruluşlarla 10 yıla varan uzun dönemli ilişkilerin sürdürülmesine, bir başka deyişle projeye ortak olmalarına yol açıyor. Dolayısıyla, finans sektörü de enerji sektörü ile iç içe bir görünüm sergiliyor. Enerjinin bir sektör olarak varlığını hissettirmeye başladığı 2004’te 1,6 milyar dolar civarında olan Türkiye’deki bankalarda enerji sektörüne ait borç stoku 2018 sonunda 45,5 milyar dolar seviyesinde bulunuyordu ve enerji kredilerinin toplam banka kredileri içindeki payı yüzde 1’den yüzde 10’a ulaşmıştı. Enerji şirketlerinin yurtdışından doğrudan kullandığı krediler de eklendiğinde büyük bölümü döviz kredilerden oluşan borç stoku 60 milyar dolara yaklaşıyordu. Ki anılan dönemde yani 2002-2018 arasında ödenen borçlar da dikkate alındığında toplam finansman hacminin 80 milyar doları aştığı söylenebilir.    

Sanayi sübvansiyonları da halka fatura ediliyor

Elektrik üretimi ile ilgili gelişmelerin yanısıra enerji tüketimi ile ilgili bazı gözlemlere de yer vermek önem taşıyor. Türkiye’de toplam enerji tüketiminin üçte biri, elektrik tüketiminin ise yüzde 45’inden fazlası sanayi kuruluşları tarafından yapılıyor. Üç imalat sanayi sektörü;  demir-çelik, çimento-cam-seramik ve tekstil sanayileri Türkiye’de üretilen elektriğin yaklaşık dörtte birini tüketiyor. Bu sektörlerde enerji verimliliği ve enerjinin optimal kullanımının ötesinde, enerjiye harcanan kaynaklar dikkate alınarak yarattıkları değerin, dışa bağımlılık üzerindeki etkileri de dikkate alınarak sorgulanması gerekiyor. 

Örneğin, birim maliyetin yarıdan fazlasının enerji olduğu çimento sektöründe Türkiye bir dönem üretiminin neredeyse yüzde 25’ini ihraç ediyordu. Ki dünyada ticarete çok sınırlı konu olan, yerel ölçekte üretilip tüketilen bir maldır çimento. Demir-çelik ve çimento özelinde Türkiye’deki inşaat büyümesinin niteliği bile sorgulanmaya değerken, bir de örtük sübvansiyonlarla ihracat rekorları kırıldı. Nitekim demir-çelik sektörünün 2021 yılındaki ihracatı da bu kapsamda TEPAV Direktörü Güven Sak tarafından “Türkiye’den ABD vatandaşlarına sübvansiyon” olarak değerlendiriliyor.1

Bu tüketim profili elektriğin üretiminde olduğu gibi tüketiminde de sermayenin ağırlık taşıdığını gösteriyor. Sanayi, ulaştırma, ticaret politikaları sermaye içi kimi dengelemeleri kısmen gözetmek dışında tekil sermaye gruplarının karını maksimize etmelerine sonsuz izin veren bir karakter taşıdı. Ki bu durum enerji talebi anlamında başlı başına olabilecek tüm uyaranların devrede olması anlamına geldi. Türkiye, halkın ihtiyaçları, önceliklerine göre örgütlenmiş bir ekonomide çok daha düşük enerji tüketimiyle üretim yapabilecekken, enerji tüketimi ve dolayısıyla enerji kaynakları ithalatının çok arttığı bir yapıyla ilerledi. 

  • 1. Dünya gazetesinin 2021 Aralık ayında gerçekleştirdiği enerji konulu webinar konuşması.