O sırıtış Trump’ın yüzünde de yakalanabilir. Bu hafta kilisenin önünde, elinde İncil’le dururken mesela. O kısılmış gözler, dudaklardaki hafif büzülme ve ağız çevresindeki kasların durumdan alınan keyfi, büyük bir yalanın üstünde tepinebiliyor olmanın rahatlığını anlatmak için hafif büzülmeleri, toparlanmaları. Dört dörtlük bir biyopsikososyal evrim dersine bakıyor gibiyiz Trump’ın ve benzerlerinin yüzünde.

Kötülüğün sırıtkanlığı

Tanımına, kullanım biçimi bana uymasa da “kötülük” denilen geniş insan hali yine her yerdeydi bu hafta. Kışladan Trump’ın suratına, bürokrasiden büyük acılara her yerde kendisini ve izini gördük kötülüğün, rahatlığın, nasıl olsa yırtacak olmanın. 

Bilemiyorum, birkaç gün önce tepkiler çeken şu “asker videosu”na denk geldiniz mi? Bir kışla yatakhanesinde çekilmiş bir video. “Çömeze hoşgeldin” videosu. Aşağılama, tehdit ve sırıtış doluydu video. Kendini odanın ağası olarak tanıtan “kıdemli” bir asker (çavuş), kışlaya yeni gelmiş acemi bir askere efeleniyor, dayılanıyor, dikleniyor ve saçma sapan emirler verip  tehdit ediyordu. Odadaki diğer askerlerin desteği ve tezahüratıyla. Asker şakası gözüyle bakılıp geçilebilir ama videoda Hababamvari bir şakanın ötesi vardı. Hafiften bir linç havasıyla çekilmişti video.

Tehdit edilen, sıkıştırılan asker ise hem durumun vahametini anlamaya çalışıyordu hem de gururunu ezdirmemeye. Çünkü çok açıktı: karşısındakiler kendisine olan saygısını, gururunu, onurunu çiğnemeye çalışıyorlardı. Şaka yoluyla… Hatta belki de videoyu da “toprağımmmm” diye yeni terhis olmuş devredaşlarına göndereceklerdi. Onlar da memlekette sağa sola göstersinler ve eğlensinler diye. Sıradan bir sırıtışın sıradan bir paylaşımı olarak!

Videoda bir küçük ayrıntı daha vardı. Odada aşağılanan er gözlüklüydü. Az çok okumuş, eğitimli birisi izlenimi uyandırıyor. Bu nedenle keyifle çekilen o videoda işin içine kesin okumuş, hafif aydın olana yönelik bir öfke de olduğunu atlamamak gerekiyor. Tehdit eden asker dile gelmese de belli ki bunu da gözetiyor. İçinin yağları eriyor; sanki karşısındakinden köklü bir öç alıyor. Rahatlılığıyla ve gevrek gevrek sırıtışıyla. 

O anın içinde, yani tehdit eden askerin yüzünde, diğerine “kalk, çömel” derken, kendince emirler verirken insan evriminin derinlerinde kalmış tüm bir ilkel sisteminin de harekete geçtiğini görebiliyor insan. Evrim basamağının erken aşamalarında beyinin alt ve iç bölgelerinde kalmış bir sistemin, sosyal hiyerarşi düzeneği ile o karelerde nasıl da haz ve doyum aldığını. Bu haz ve doyum sırasında o sinirsel sitemin hemen yakınında olan ve yüz kaslarını kontrol eden sinir hücreleri de uyarılıyor, elde olmadan! Bir başkası üzerinde haksız yere, yalan dolanla tahakküm kurarken yüz kasları da harekete geçiyor. Sırıtış buradan geliyor; ilkel, ilkel olduğu kadar da en derin hislere dokunuyor. 

O köklü his, bir başka insan üzerinde tahakküm kurmanın verdiği haz, yüz kaslarını da harekete geçiriyor işte. Evrimin en gelişmiş bölgesinden dudaklara, ağız çevresine ve o kısık bakışlara yayılan bir uyarım. Kendini tüm güçlü hissetmenin rahatlığı içinde ve neredeyse vecd halinde sırıtıyor ve bakıyor. Haz ve doyum içinde. Hayatın çok erken dönemlerine ait bir açlık gibidir o doyum. Kişinin bir tek zihnini değil yüzünü de ele geçirir. Askerin, diğer askere eziyet ederkenki yüzünde bunu görüyoruz. 

Benzer bir sırıtış Trump’ın yüzünde de yakalanabilir. Bu hafta kilisenin önünde, elinde İncil’le dururken mesela. O kısılmış gözler, dudaklardaki hafif büzülme ve ağız çevresindeki kasların durumdan alınan keyfi, büyük bir yalanın üstünde tepinebiliyor olmanın rahatlığını anlatmak için hafif büzülmeleri, toparlanmaları. Dört dörtlük bir biyopsikososyal evrim dersine bakıyor gibiyiz Trump’ın ve benzerlerinin yüzünde.

Bizlere yansıyan ise sahtelik oluyor. O sırıtıştaki yüz ifadesinde. Karşımızdaki kişiden öyle olmamasını beklediğimiz ya da temenni ettiğimiz için değil. Yalan söylerken insanın suratının yamulduğunu bildiğimiz için. O hafif kısılmanın, ağızdaki hareketin anlamını bildiğimiz için. Bir başkası üzerinde kolay, zorlanmadan güç kullanırken insanın suratının yamulduğunu bildiğimiz için.

Kötülük böyle. Bir sırıtışta, bir bakışta kendini belli ediyor. 

Ama tüm bunları, yani yüzdeki o sırıtışı, o sırıtışın ardındaki rahatlığı sadece kötülükle açıklamak ne kadar yeterli, ondan emin değilim? Özellikle son on yılda çokça kullanılan bu kavram, kötülük, bir yandan yaşanan duruma bir anlam derinliği katarken bir yandan da sanki topu dışarıya atıyor. Siyaseten…

Sonuçta bir kelime ya da tanımlama her durumda kullanılamaz. Örneğin yerli yersiz her durumda Türkiye’ye faşizm geldiğini söylerseniz bir süre sonra kimse inanmaz size. Benzer biçimde devletin her uygulaması için, yaşanan her hukuksuzluk için faşizmi, faşistliği kullanıma sokarsanız bu durumda bu kavramların da siyasetinizin de içini boşaltmış olursunuz. 

Kötülük, biraz da başka kavramların içi boşaltıldığı ve eski hükmü kalmadığı için çokça tuttu. Hannah Arendt referansıyla.

Arendt’in düşüncesi ve Soğuk Savaş döneminde başka isimlerle birlikte emperyalizm için taşıdığı anlamı tartışmak bu yazının sınırlarını aşar. Ama Frances S. Saunders’ın bir zamanlar çok ses getiren “Parayı Verdi Düdüğü Çaldı” kitabını hatırlatayım. Ve Soğuk Savaş boyunca kimin hangi kaynaktan fonlandığına bir bakmak lazım diyeyim.

Öte yandan Arendt’in “kötülüğü” siyasi bir terime dönüştüren kitabı, Kötülüğün Sıradanlığı çok konuşuldu. Yıllarca kaçan bir Nazi subayının İsrail mahkemelerindeki yargılanması sırasındaki notlara, düşüncelere dair olduğu için son on yılda yargılama içeren ya da içermeyen her hukuki süreç sırasında yeniden anıldı kitap. Ergenekon sürecinden KHKlarla akademisyen ihraçlarına…

Ama sonuçta tüm bunlar “kötülüğü” ve son yıllarda sol siyasal dilin içinde yer edinmesini açıklamıyor. Tam tersine anlaşılmaz kılıyor.

Sanırım “kötülüğü” ve “sıradanlığı” yani Arendt’in kitabının başlığını sol için bu kadar geçerli kılan yaşanan çaresizlik oldu. Bir anlamda sol ne olup bittiğini anlayamadıkça ve her dönemeçte umduğu yere değil de tam tersine çıktıkça yaşadıklarını da siyasetsizleştirmek, evrenselleştirmek, Türkiye ile bağını koparmak istedi. Bu nedenle de Arendt’in yaklaşımını, kötülük ve sıradanlığı hem düşünsel olarak hem de bir tanım olarak çok tuttu. Sonra…

Sonra kötülük tam da dolaşıma girdiği sürecin, banalleşmenin kurbanı oldu. Öyle ki Arendt’in kitabının siyasette referans haline gelen adı döndü dolaştı ve tekmesiyle gündeme gelen bir bürokratın paylaşımına konu olabildi. Böylece bir döngü tamamlanmış ve kötülüğün sıradanlığı kavramının da altı oyulmuş oldu.

Geriye ise askerin yüzünde, Trump’ın bakışında ve yerdeki madenciye inen tekmedeki sırıtış kaldı. Sermaye düzeninin sırıtışı.