Meğer ne kadar okunmayı bekleyen kitabım varmış. Önce nereden başlayacağıma karar vermekte zorlandım. Baktım olacak gibi değil, salonda pencerenin önüne çiçeklerin yanına Nihat Behram ağabeyin toplu şiirleri ‘Ateşi Solumak’ kitabını koydum.

Ateşi solumak…

Meğer ne kadar okunmayı bekleyen kitabım varmış.

Önce nereden başlayacağıma karar vermekte zorlandım. Baktım olacak gibi değil, salonda pencerenin önüne çiçeklerin yanına Nihat Behram ağabeyin toplu şiirleri ‘Ateşi Solumak’ kitabını koydum. Salondaki büyük sehpanın üstüne hocam Yılmaz Onay’ın çevirisi tüm Bertolt Brecht’leri, çalışma odamdaki masanın üstünde ise bütün Sait Faik kitapları ile Ülkü Tamer ağabeyin ve Sabahattin Ali’nin kitapları duruyor, ardım kütüphane.

Aynı anda birden fazla kitap okumak babamdan kalma bir alışkanlık.

Talip Apaydın ve Fakir Baykurt ile Erkan Yücel ve Çetin Öner’in de bu tür alışkanlıkları vardı.

Hayır, hiç zor değil, ne öyküler birbirine karışıyor ne şiirler ne oyunların replikleri.

Aynı anda aklınıza sızıp, içerilerde bir yerlerde kendilerine yer ediniyorlar.

Türü ne olursa olsun bütün kitapları Şostakoviç besteleriyle ortaklaştırdım. Geçen hafta Beethoven vardı, önümüzdeki hafta çello için yazılmış senfoniler dinlemek istiyorum.

Okumadığım anlarda türküler dilimde ıslık oldular.

Küçük amcam Münir Nurettin Selçuk dinlerdi. Şavşat’ta köydeki evin balkonundan o gönül yakan sesiyle ağaçlara, kuşlara, çeşmelere şarkılar söylerdi.

İki kez tadını çıkara çıkara yaşadım. İlkinde babam mandolinle çalıyor, amcam gözlerini evin önündeki erik-kiraz-elma ağaçlarına dikmiş, çeşmeden akan suya eşlik eder gibi usul usul Endülüs'te Raks’ı söylemişti.

İstanbul’da Heybeli’de kalmış bir gençlik yavuklusu anısı vardı, ‘entarisi kırmızı çiçekli’ dinlediğimde gözyaşlarını saklamadığına tanık olmuştum, 14 yaşındaydım.

İkisi de kitap okumayı severlerdi. Amcam Rus dili edebiyatını seviyordu. Gorki için “İnsanlık, böyle bir yazarı olduğu için gün gelecek kendini mutlu sayacak” derdi.

Babam kendi kuşağının tüm yazarlarını tanır, onlarla yazışır, dostluk, yoldaşlık ederdi ama Tolstoy, Dimitrof ve Orhan Kemal, Sait Faik bir de Nâzım Hikmet vazgeçilmezleriydi.

Şanslıydım babam öğretmenimdi. Klasik müziğe, halkların şarkılarına ve sanat müziğine tutkum oluştuysa babamın armağanıdır.

İlkokul sıralarında her resmi bayram günü öncesi “Şimdi bunu ezberle, bu bayram bunu okuyacaksın” diye elime tutuşturduğu tüm şiirlerin Nâzım şiirleri olduğunu, ortaokul ikinci sınıftayken anladım. Oysa ozan hep yasaklıydı.

Hayatını sürgünlerde yaşayan bir öğretmen olmaktan hiç şikâyet etmedi.

Köknar, çam, ladin, ardıç, ıhlamur, ceviz, kızılcık, yaban kirazı ve ahlat ağaçlarından her yanı dereler içinde, binbir çiçeğin seviştiği bir köy. Karşıda bir gelin alayı gibi süzülen, dorukları her mevsim karlı Karçal dağları.

Bahar aylarında evlerin ayvanlarından türkü seslerinin yükseldiği, insanlarının akşamüstleri köy meydanında buluşup kitap ve müzik konuştuğu, aşk ve savaş öykülerinin anlatıldığı bir köy.

Biliyorum masal gibi ama öyleydi, kısa da olsa yaşadım tanık oldum.

Bir düğün anımsıyorum, köyümüze başka bir köyden gelin gelecek, yamaçta mavi gökyüzüne haykıran köknar ormanı, aşağıda dallarına üzümlerin dolandığı ahlat cenneti, çayırlıkların orta yerinde bir düzlük de küçücük masmavi bir göl.

Söğütlügöl, adını çevresindeki irili ufaklı söğüt ağaçlarından almış olsa gerek. Su kuşları rengârenk, yaban ördeklerinin ağlaştığını ilk orada görmüştüm. Yaz akşamlarında bir kurbağa senfonisi yükseliyor ki henüz notaya dökülemedi.

Kadınlı erkekli akordeon çalan köylüler ve her yaştan dans eden şen şakrak insanlar, çayırlıkta rahvan koşan atlara binen gençler. Düğünün en ışıklı hediyesi, kız tarafının erkek tarafına verdiği bir sandık dolusu kitap.

Bitmiş şimdi bu gelenek, babam “Gürcistan’dan gelmişti, zamanla yok oldu” derken hep üzünç duyardı.

***

Ülkem ve dünya karmakarışık. Kapitalizm boğulurken yediklerini kusuyor.

İnsanlar dallarından koparılmış ilkbahar çiçekleri gibi toprağa düşüyorlar.

Ülkemde olup bitenler canımı yakıyor.

Doymadılar, doymayacaklar kine, nefrete, öfkeye, hınca.

Salona koşturuyorum, çiçeklerin arasındaki Nihat ağabeyin kitabında umut var, aşk var, direniş var, tıpkı bizim köyün ormanı gibi. Dallarını üzüm ağaçları sarmalamış, allı morlu gürül gürül, en iyisi ona tutunmak yoksa kahredecek bu kadar acı yüreğimi.

“Kapısını ürkek ürkek çalma öfkenin

Anlık coşkularla avunma sakın

Unutma korku düşmanın en sinsi gölgesidir

Kıstırır bir kuytuya sevinci, usul usul dindirir…

Derin kökler bırakmalı içinde nefret

Kanatları şahin kadar çevik

Gözleri kartal gibi tetikte durmalıdır…

Yüreğini isyankâr değil, isyanı yüreğin kılmalısın…

Uyarmalı seni acılar, sürgen dokular gibi

Göğe ve toprağa alışkın bakışların olmalı

Durma koyulaştır halkın bağrışlarını

Yüreğini isyankâr değil, isyanı yüreğin kılmalısın…”

[email protected]