'Kişinin kendi egemenliğinin ayrımında olması, kendiliğinde oluşan bir şey değildir; genellikle eğitimle kazanılan bir özelliktir. Kişi gerçeklerle ilgili bilgisini geliştirdikçe, düşünüp irdeledikçe, kendi yaşamanı sürdürecek bilgi ve beceriler edindikçe ve de belki de en önemlisi duyarlılığını geliştirip vicdan sahibi oldukça özgürleşmektedir. Kendi bireysel özgürlük ve egemenliğine önem verdiği ölçüde başkalarının da özgürlüğüne ve egemenliğine özen göstermektedir.'
Öncelikle ‘Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’mız kutlu olsun.
23 Nisan, ülkeyi düşman işgalinden kurtarmaya karar verenlerin, bağımsızlığın ancak halk desteğiyle kazanılabileceği bilincinde olduklarını gösteren bir gün. Egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait olduğunun kabul ve ilan edildiği bir gün.
23 Nisan, Kurtuluş Savaşının kazanılmasına yol açtığı gibi, Hilafetin kaldırılıp insan aklının özgürleşmesine ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasına da yol açan bir gün. Kendini kul ya da ümmetin bir parçası sayanların yurttaş olmasına fırsat veren bir gün. İnsanların yapacaklarını, padişah için değil, kendisi için, ailesi için, toplumu için ve ülkesi için yapmalarını sağlayan bir gün.
23 Nisan, kendisini yurttaş olarak görenlerin ve yurttaşlığını içselleştirenlerin, çocuklarını birer yurttaş olarak yetiştirmek isteyenlerin bayramıdır. Tam tersi de geçerlidir; padişah hayranlığından, kulluktan ya da ümmetçilikten kurtulamayanların ise karalar bağladıkları bir gün.
Bu gün TBMM’ni açıp Kurtuluş savaşını başlatanlar, halk egemenliğine önem verenler, halk egemenliğinin ancak kendi egemenliğinin ayrımında olan yurttaşlar/vatandaşlar tarafından korunup sürdürülebileceği gerçeğini de görmüşlerdir. Bu nedenle 23 Nisanı ve Cumhuriyeti yaratanlar, öğretmenlerden, “fikri hür, vicdanı hür ve irfanı hür” ve de “fikren, ilmen, fennen ve bedenen güçlü” gençler yetiştirmelerini istemişlerdir. Bu amaçla aydınlanmacı, laik ve bilimsel eğitimle, insanın aklını, bilgisini ve vicdanını geliştirmesine öncelik vermişlerdir. Bu nedenle Hıfzıssıhha Enstitüsü ile numune hastaneleri açarak ve aşı üreterek yurttaşların sağlıklı olmasına özen göstermişlerdir. Eğitim dışında egemenliği korumanın bir başka yolunu da göstermişler, “yurtta barış dünyada barış” demişlerdir.
TBMM’nin açılışının 100’üncü yılını kutladığımız şu günler ve de yaşadığımız koronavirüs olayı, ne yazık ki, 23 Nisan 1920’de açılan yolun günümüzdeki durumunu gösteren bir fotoğrafa, hatta fotoğrafın ötesinde videoya dönüşmüştür.
Günümüzde, tarikatlar her yerde ve de hatta üniversitelerin pek çoğunda cirit atmaktadır. Ortalığı, tarikat niteliğinde olan vakıf ve dernekler doldurmuştur. Tarikat niteliğindeki kuruluşların dini/siyasi nitelikleri bir yana, 23 Nisan açısından en önemli yanı, mensuplarının kendi egemenliklerinin ayrımında olamayıp egemenliklerini tarikat liderinin iradesine terk etmeleridir. 15 Temmuz 2016 darbe girişimi ile zaman zaman açığa çıkan tarikat içi olaylarla ilgili haberler, iradesini tarikat liderine terk eden insanların ne duruma düştüklerinin net bir göstergesi olmaktadır.
23 Nisan’ın, ulusal egemenliğin özü olan yurttaşların kendi egemenliklerine sahip çıkmadıklarının ya da çıkamadıklarının göstergesi, ne yazık ki tarikat üyeliğiyle sınırlı değildir.
Örneğin “Ümmetin lideri” diyebilenlerin, padişah hayranlarının, Osmanlıcaya ya da Arapçaya kendi anadilinden çok daha fazla özen gösterenlerin de, kendi egemenliklerinin ayrımında olamadıklarını söylemek mümkündür.
Kişinin kendi egemenliğinin ayrımında olması, kendiliğinde oluşan bir şey değildir; genellikle eğitimle kazanılan bir özelliktir. Kişi gerçeklerle ilgili bilgisini geliştirdikçe, düşünüp irdeledikçe, kendi yaşamanı sürdürecek bilgi ve beceriler edindikçe ve de belki de en önemlisi duyarlılığını geliştirip vicdan sahibi oldukça özgürleşmektedir. Kendi bireysel özgürlük ve egemenliğine önem verdiği ölçüde başkalarının da özgürlüğüne ve egemenliğine özen göstermektedir.
Zaman zaman, “Cami Allah’ın evi, buraya virüs girmez; aşı olacağına aptes al namaz kıl; ben Müslümanım/Türküm bana bir ey olmaz; virüs de neymiş, otobüse de bindim, pazara da gittim, bak bir şey olmadı” gibilerinden sözleri ekranlarda duymakta ya da gazetelerde okumaktayız. Bu tür düşünenler, kendi sağlıklarına dikkat etmedikleri gibi toplumun sağlığına da dikkat etmemektedirler. Çocuklarına (inancı gereği) aşı yaptırmayan ve sayıları giderek on binlere ulaşan insanlar da, hastaneden kaçan virüslü hastalar da, salgın olduğunu bile bile (üstelik genellikle yaşlıları) Umreye gönderenler de, Umreden dönen binlerce kişiyi denetim altına almadan evlerine gönderenler de, benzer biçimde, kendi sağlığına da toplum sağlığına da önem vermeyen kişiler olmaktadır.
Bir valinin, “Sağlıkçılar bu topluma yük oluyor” demesi; bir başka valinin 39 ilçe belediye başkanını toplantıya çağırırken büyükşehir belediye başkanını çağırmaması; diğer bir valinin, kendisini eleştiren yurttaşa “Seni kimliksiz yumurta kafa” demesi; bir Aile ve Sosyal Politikalar sorumlusunun, “Açız” diye yakınan kadına “Geber” demesi; muhalif bir partinin elinde olan belediyelerin bağış toplamasının ve bedava ekmek dağıtmasının yasaklanıp fetöcülükle suçlanması gibi olaylar da, kimilerinin yeterince aklını ve/ ya da vicdanını bir kenara ittiğinin göstergesi olmaktadır.
Kim olursa olsun, ister bakan, ister bürokrat, isterse önerilerinin çoğu kaale alınmayan bilim kurulu üyesi olsun, gerektiğinde istifa etme iradesini gösteremeyenlerin kendi egemenliklerinin ayrımında olduklarından söz etmek de kolay olmamaktadır.
Yaşadığımız virüs olayı, ne yazık ki, insanımızın, aklını, vicdanını, özgürlüğünü ne denli kullandığının göstergesine dönüşmüştür.
Bu arada virüs salgını, günümüz meclisinin, halk egemenliğini temsil ettiği için ortak akıl ve irade üreten den 1920 meclisi olmayıp iradesini bir kişiye devretmiş meclis olmasının, ortak akıl ve irade üretmekteki güçlüğü de gözler önüne sermiş bulunmaktadır.
Virüs salgını, bize virüsle savaşın kazanılması için, Kurtuluş Savaşının kazanılmasını sağlayan ortak akıl ve iradeden geçtiğini de göstermektedir.