Bilinci esir eden küresel düzenin bir sonucu olarak sosyal demokrasi eliyle öznel müdahale gücü elinden alınan CHP'nin zihnini besleyen aklın yeniden özgürleştirebilmesi gerekiyor.
Korku bilinen en kötü yol arkadaşıdır. Önce paniğe yol açar, sonrasında ise yöneldiği objeye karşı öfke ve nefrete sebep olur. Beynimiz korkudan kurtulmaya, sakinleşmeye ve rahatlamaya ihtiyaç duyar. Eğer bu kısa sürede gerçekleşmezse, beyin sorun çözme sistematiğini kaybederek felç olur. Bu tehlikeye karşı silahsız değiliz. Örneğin derin dalış derslerinde doğru nefes alma yöntemi olan diyafram nefesi kullanılırsa yeterli oksijen depolanabileceği anlatılır. Doğru nefes almayı bilenler, hem bu yapıda yer alan kaslarının gelişimini sağlıyor hem de korku ve paniğe karşı daha dayanıklı hale gelebiliyorlar.
Yok, bu bahsi açmamın nedeni, yaz aylarını tatil beldelerinde geçirip, üstelik denize de girebilen şanslıların yaşadığı ya da yaşayabileceği derin dalış problemlerini Ertuğrul Özkök-vari bir şekilde gündeme getirmek değil. Asıl amacım, insan beyninin sadece su altında değil, günlük hayatın bütün evrelerinde de karşılaştığı sorunları ve bu sorunlara yol açan nedenleri analiz etme ve sorun çözme kapasitesinin hayati değerde olduğuna inanmam.
Hayati değerde, zira günü ya da anı kurtaran sözler, anlık manevralar, dozu hedef kitlelere göre ayarlanmış türlü yalanlarla meseleyi içinden çıkılmaz hale getiren çarpıtılmış bilgi ve söylemler, zihnin doğruya ulaşmak için ihtiyaç duyduğu parametreleri bulmasını zorlaştırıyor. Zihin doğru ve yanlışı ayıracak sentezi yapabilmek için ihtiyaç duyduğu oksijenden (bilgiden) mahrum olunca da, labirentteki fare misali korkuyor, endişeye kapılıp panikleyerek çıkışı bulamıyor. Çıkıştan uzaklaştıkça öfkeye kapılıyor, kontrolsüz bir yıldırım gibi, bu öfkenin nereye yöneleceğini kimse bilemiyor...
Zihnimizi labirentteki fareninki gibi işlevsiz hale getirip çıkışı bulmamızı engelleyen bu mahrumiyetin oluşmasındaki temel neden, küreselleşme ve onun adına kurulan ilişkileri de kapsamına alan siyaset düzeni. Bu düzeni yerleştirmek için önce üniversiteler, medya, akademiler ele geçirildi, bunlar üzerinden de yaratılan entelektüel baskıyla ise ülkedeki siyasi iklim değiştirildi. Başka türlü bir yaşamın mümkün olduğuna inanan düşünce ve çabalar akıl dışılıkla ve gerçeklikle bağı olmamakla suçlanıp itibarsızlaştırıldı. Küresel ilişki ve işleyişin getirdiği bütünlüğün kuvvetiyle kamuoyu oluşturma ve rıza üretme gücü sonuna kadar kullanıldı. Her tür iletişim araçları devreye sokularak özellikle 1990'lar boyunca farklı sosyal kümeleri içine alan sosyalist ve komünist partileri kenara itildi, başta sosyal demokratlar olmak üzere dünyanın dört bir yanındaki (Türkiye dahil) merkez sol partiler sağa yöneltilerek boğulup, tek tip bir zihin inşaasına girişildi. Üzülerek belirtmek gerekiyor ki bunda büyük oranda başarı da sağlandı...
En nihayetinde bu küresel saldırının gözüne kestirdiği, emperyalist işgalcilere karşı ulusal kurtuluş savaşı örgütlemiş, bağımsızlık savaşını da kazanıp cumhuriyeti ilan ederek devrimler gerçekleştirmiş CHP de altı okta bütünleşen değerlerinden soyutlanarak, etnik ve mezhepsel saiklerle hareket eden, neoliberal sisteme ve onun memurlarına teslim edildi.
CHP, küresel düzenin aparatı olarak, hiçbir öznel müdahale üretme ve hiçbir kuvvet uygulama iddiası olmayan sosyal demokrasiye yedeklenerek altı ok ile cisimleşen değerler bütününden soyutlandı, yoksullaştırılan kitlelerin etrafında kenetlenebileceği bir çıkış olmaktan çıkarıldı. İdeolojisizleştirerek ve bu yöntemle de kimliksizleştirerek oksijensiz bırakıldı, devlet kurmuş parti mütemadiyen sırtında bir bagaj taşımakla itham edilerek dişleri söküldü, herhangi bir probleme çözüm üretemez hale getirildi. Parti, kendi yöneticilerinin bile bu koroya katılmasıyla yoksullaştırılan kitlelerin tepesine dikilen bekçi haline getirilerek, son 40 yıldan bu yana ülkeyi mülksüzleştirenlerin (buna karşı kuvvet uygulayabilecek bir başka organizasyon da gerçekleştilemediği için) hiçbir engel ile karşılaşmadan ülkeyi talan etmesine aracı kılındı.
Dünyada ve ülkemizde hakim kılınan siyasal sistemin mantığı gereği, 'demokrasilerde' nesnel değişim için öznel zorlamalara yer yok. Bu açıdan, mevcut güç hakimiyeti de dikkate alındığında, o gücün sınır çizdiği alanda, hele de meşruiyetini ona borçlu olan siyasal araçların (örneğin sosyal demokrasinin) ülkemizde veya dünyanın herhangi bir köşesinde, mevcut düzene karşı çıkma niyeti taşıması dahi düşünülemez. Bunun mümkün olmadığı, olmayacağı CHP örneği ile ortada.
Dolayısıyla, kendine çizilmiş sınırların dışında bir tahayyülü olmayanların, mevcut düzenin yol açtığı sorunları geniş kitlelerin çıkarları lehine çözmesini beklemek için sadece saf değil, akılsız da olmak gerek herhalde. Kendi kurduğu düzen dahi değiştirilirken sadece rakamlara boğularak iktidar eleştirisi yapmak sadece CHP bürokratlarının yapabileceği bir iş olsa gerek. Kurucusunun diktiği Cumhuriyetin kolonları bir bir yıkılırken, yıkımın altında kalanın Mustafa Kemal'in devrimci ruhu olduğunu kavrayamayan veya daha da kötüsü bunu bilerek ve isteyerek yapanların, onu oradan çıkarıp onurla taşımaya devam etmek yerine siyasetin sandık, muhalefetin de parlamento ile sınırlanmasına aracı olmaları, partiye egemen olan bürokratların görev çizelgesinde yazılı bir ödev olsa gerek... CHP'yi düzen kuran partiden, düzenin bir aparatı haline getirmek de zahmetli ve zor bir sürece tekabül ettiğinden, geçmişten bugüne bu görevi yapanların hizmetlerinin karşılığını yine parti aracılığıyla edindikleri servet ve paylaştıkları makamlardan karşılıyor olduklarını düşünmek yanlış mı olur bilmiyorum...
Parti, ideolojik ve politik olarak teslim edilme/alınma hali ile karşı karşıya iken parti içi mücadeleyi sürdürenlerin, ülkenin sorunlarına çözüm iradesi üretememenin nedenlerini analiz edip partiyi yeniden devrimci dönüştürücü ve kurucu vasfına kavuşturmak, cumhuriyetin devrimci karakterini korumak/sürdürmek yerine sadece koltuk kavgası vermelerinin nedeni de olsa olsa onların da ufuklarının kapitalizmle sınırlı olması ve kendilerine çizilenin ötesinde bir ufuk çizgileri olmamasıyla açıklanabilir.
CHP'de yapılan ya da yapılacak parti içi mücadele, partinin altı okunda cisimleşen değerler bütününe can suyu verecek ve bu sayede de başlangıç olarak cumhuriyetin devrimci, halkçı karakterine dönülmesini sağlamayı hedefleyenler ile parti aracılığıyla kitlelerin yoksullaşmasına ses çıkarmama karşılığında üretilen refahtan ve dağıtılan koltuklardan pay alanlar arasında yaşanmalıdır. Yani parti içi mücadelede safların, kazananların bunu ne için kullanacağı temelinde ayrışması gerektiğini düşünüyorum.
Bu itibarla, bilinci esir eden küresel düzenin bir sonucu olarak sosyal demokrasi eliyle öznel müdahale gücü elinden alınan CHP'nin zihnini besleyen aklın yeniden özgürleştirebilmesi gerekiyor. Bunu başarabilmek için ise siyasetin yörüngesini değiştirebilecek bir etki gücü yaratabilmeyi hayal edebilmek, bunun için de siyasete veri hazırlayan ve bu yolla da hareket sistematiğini düzenleyen mevcut felsefe ile sosyoloji öğretisinin sınırladığı duvarları yıkmak, yıkabilmek gerekiyor. Hiç kuşkusuz bunun için şimdiye kadar kullanılan ölçü ve kuvvet birimleri yetersiz kalacaktır. Ama elimizde, kurtuluş savaşı yürüten iradenin yüz yıllık bir deneyimi var ve bu irade geçmişte Cumhuriyeti nasıl kurduysa bugün de yeniden ayağa kaldıracak aklı örgütleyip, o enerjiyi üretecek kapasiteyi taşıyor.
Sonuç olarak, halen devam etmekte olan kongreler ve fırçanın kimin elinde olduğuna bağlı olarak çizilecek resme bakarak siyaset tasavvuru yapıp pozisyon almak ne CHP'ye, ne de ülkemize bir arpa boyu yol aldıramayacaktır. Dolayısıyla isme bağlı değişim tartışmalarının tüketim değeri günlük veya en fazla dönemseldir. Belki de korkuyu yenmek, paniği atlatmak ve doğru çıkışa yönelmek için gerekli olan şey sadece cesarettir... Bunu bir mücadele, hatta savaş olarak da düşüneceksek eğer, Atina ve Sparta arasında 30 yıl süren ünlü Pleponez savaşları sırasında yaşamış Atinalı general ve tarihçi Thucydides'in sözünü de unutmamak gerekiyor: "Mutluluğun sırrı özgürlük, özgürlüğün sırrı ise cesarettir." Buraya kadar gelmişken Romalı kumandan Turnus'u da unutmamak gerekiyor: "Talih cesurdan yanadır."
Hiçbir aidiyetin yerini dolduramayacağı vatan ve yurtseverlik değerlerini zihnimizde halkçı, kamucu, planlamacı ve bağımsızlıkçı bir yol haritasıyla cisimleştirip, Mustafa Kemal Atatürk'ün 9 Eylül 1922'de İzmir'de yaptığını başarabilecek bir siyasi aks oluşturmak zorundayız. Bunun için ihtiyacımız olan şey ise, hala seçme şansımız varken, buna cesaret edebilmek...