Yeni CHP yönetiminin ilk sınavını verebilmesi için gerekli fırsatın geçtiğimiz hafta Mehmet Şimşek, yaptığı özelleştirme açıklamasıyla ortaya çıkmış olduğunu düşünüyorum.
Cumhuriyet Halk Partisi 38. Olağan Kurultayını geride bıraktı, Genel Başkan Kemal Kılıçdaroğlu'nun yerine Grup Başkanı Özgür Özel getirildi. Burada daha ilk günden Özgür Özel'in Genel Başkanlığını 'seçilmedi', 'getirildi' diyerek tartışmaya açacak değilim. Bunu ilerleyen günlerde neden sonuç bağlamında ele alarak tartışacak gerekçelerin oluşacağını düşünüyorum. Bununla beraber, elbette 38. kurultayın delegeleri de, kurultayın şekli ve hukuki meşruiyeti de tartışıl(a)maz.
Her şeyin yerli yerine oturması ve aşağıda anlatacaklarımın da yanlış anlaşılması ihtimalini önleme açısından ifade etmeliyim ki, kurultay delegelerinin ve genel başkan adayların belirlenme süreci ile nihayetinde kurultayın da hukuka uygun yapılmış olması, siyasi meşruiyetinin olduğu anlamına da gelmiyor. Böyle düşünmemin nedeni ise, bu süreçlere defalarca yaşayarak tanıklık etmiş olmam.
Bu siyasi meşruiyetsizliğe sadece şimdiki yöneticilerin sebep olduğunu söylemek de haksızlık; bu hemen her kongrede yapanın ismi ve üslubu farklı olsa da genel geçer bir yöntemdir… Çok iyi bilinse de, biraz daha açacak olursak eğer, Genel Merkez yöneticileri, siyasi partiler yasasından kaynaklanan yetkiyle istedikleri kişiyi delege, ilçe, il başkanı yapar, kimlerin kurultay delegesi olacağına karar verecek genelge ve yönetmelikleri yayımlayabilir. Tabii bunu kör gözüne kör parmak şeklinde değil, yasanın genel merkez yöneticilerine verdiği yetkiyi suistimal ederek ince bir işçilikle yapıyorlar. İsim konuşmanın anlamı yok. Bunu yapmayan hiç olmadı dersek yeterli olur sanırım.
Bu yöntem şöyle işliyor: İlçe delegelerinin (mahalle) belirlendiği seçimleri yapan ilçe örgütleri, il örgütleri tarafından delege seçimleri öncesinde görevden alınır ve yerine istenilen kişileri delege yapacak olanlar getirilir. Zaten il örgütleri de bunu yapacak kişilerden oluşmuyorsa yine aynı şekilde görevden alınır ve yerlerine o işi yapmaya razı olanlar atanır. Bu yöntemin uygulanmadığı tek bir kongre süreci yoktur. Elbette bu yetki sadece genel başkanın rızası ve izniyle kullanılabilir. Bu yetkiyi kullanma izni vermeyen hiçbir genel başkan (Kılıçdaroğlu dahil) ve kullanmayan genel merkez yöneticisi yoktur. Bakmayın herkesin parti içinde demokrasi havarisi kesildiğine... Yukarıdan aşağıya oluşturulan bu mekanizma ile belirlenen isimler, aşağıdan da yukarıya kendilerini o göreve getirenleri o koltuklarda tutacak birer kurşun askere dönüşüyor. Bu yöntem CHP'deki iç mekanizmada gücü elinde bulunduranların vazgeçemediği bir uygulama. Dediğim gibi, bunu sadece şimdiki yöneticilerin yaptığını söylemek de haksızlık...
Buradan devam edecek olursak, 12 yıldan bu yana parti içi mekanizmalarda hegemonya kurmuş, defalarca bu yöntemi uygulayarak kongre ve kurultay kazanmış bir ekibin esaslı bir değişimden ne kadar korktuklarının da tanığıyım. Bunun gerçekleşme ihtimali bile soğuk terler dökmelerine neden oldu ve el birliği ile İlhan Cihaner'in adaylaşma sürecine, bir yandan imza verilmemesi, öte yandan verilen imzaların da geri çekilmesi için canla başla çabalayarak müdahale ettiler. Bunda da, sadece aynı ekibin içinden (Kılıçdaroğlu ve Özel'in) aday çıkmasını sağlayarak başarılı oldular.
Şimdi, Kemal Kılıçdaroğlu'nun 22 Mayıs 2010 yılında yapılan 33. kurultayda, her biri dönemin genel sekreteri Önder Sav tarafından Deniz Baykal'ı yeniden genel başkan seçmek için 'çakılan' kurultay delegelerinin yayınlanan bir kasetle onun kurultay salonuna giremez hale getirilmesiyle oturtulduğu koltuktan kaldırılıp yerine partinin TBMM grubunda 'başkan' olarak onu temsil eden Özel'in oturtulmasını parti tabanı ve seçmenin 'değişim' talebinin gerçekleştiği olarak sunuluyor. Peki gerçekten öyle mi, zaman gösterecektir...
Bu ihtiyacın, yani Kılıçdaroğlu'nun, kendi ekibinin ikiye bölünerek koltuktan kaldırılıp aynı ekibin içinden, üstelik kendisi Milletvekili olmadığı için TBMM'de onun koltuğunu temsil eden Özgür Özel'in Genel Başkanlık koltuğuna oturtulmasının değişim olarak sunulması gerçekten ironik... İronik, çünkü, isim değiştirerek toplumsal sorunlara çare üretmesi umulan CHP'nde gerçek bir değişimin önünün kesilmeye çalışıldığı apaçık ortada. Hiçbir şey değişmesin diye aynı ekibin içinde koltuk değişikliği yapılmasının (eğer böyleyse) fark edilmesinin ise fazla zaman almayacağını düşünenlerdenim. Bunun gerçekleşme ihtimalini de yüksek görüyorum.
Böyle düşünmemin nedeni ise, sık sık değindiğim gibi, artık yeni bir dünyada ve yeni bir Türkiye'de yaşıyor olmamız... Yeni iletişim kanallarının yaygınlaşması sonucu artık seçmen hızlıca organize olup siyasete aktif olarak müdahale ederek kendi göbeğini kesmekten çekinmiyor. CHP'de yapılan bu 'devekuşu operasyonunun’ da seçmenin CHP'ye gösterdiği sopanın direkt bir sonucu olduğunu görmek gerekiyor.
Bu bağlamda, yukarıdaki endişelerimin geçersiz kalabilmesi, yani, yeni CHP yönetiminin ilk sınavını verebilmesi için gerekli fırsatın geçtiğimiz hafta Mehmet Şimşek, yaptığı özelleştirme açıklamasıyla ortaya çıkmış olduğunu düşünüyorum. Neoliberalizmin uluslara attığı en büyük kazıklardan birisi olan özelleştirme dalgalarının vatandaş üzerinde yarattığı etkiler malum. Kritik altyapımız, otoyollarımız, limanlarımız, santrallerimiz, rafinerilerimiz sermayeye üç kuruşa peşkeş çekildi, yabancılara satıldı, tüm bunlar vatandaşa daha pahalı elektrik, daha pahalı otoyollar olarak, devlete ise kritik altyapının kontrolünün kaybı olarak döndü. Ana gündemi yoksulluk olan, halkçı siyaset yapan, emekçinin yanında olan bir siyasi iradenin, özelleştirmeler karşısında alacağı tutum açıkça bellidir. Kemal Okuyan'ın da isabetli bir şekilde tespit ettiği gibi, özelleştirmeler konusunda AKP dahi 'Babalar gibi satarız.' noktasından özelleştirmeleri utana sıkıla açıkladığı bir noktaya geldi. Bu durumda yeni CHP yönetiminin neoliberal kıskaçtan kurtulup kurtulamadığının; AKP eskilerini, Babacan'ın ve Şimşek'in bu ülkenin insanlarını yoksullaştırarak zengini daha da zengin eden ekonomi politikalarını öven 'CHP'li' ve 'solcu' ekonomi kurmaylarından kurtularak halkçı politikalara dönüp dönmediğinin ilk sınavı da bu konuda verilecektir. Bu açıdan, IMF ve Dünya Bankası damgalı Kemal Derviş proğramlarını uygulayan Mehmet Şimşek ve Ali Babacan'ı başarılı bulan Selin Sayek Böke'nin, Özgür Özel'in PM listesinde yer alması, CHP'nin savunacağı ekonomi politikalarının hasassasiyetle izlenmesini gerektirecektir diye düşünüyorum.
Yerel seçimlerin çok yakın olması, yeni yönetimi birçok önemli konuda açık bir tutum belirlemeye, yuvarlak ifadeler dışında net bir şeyler söylemeye, en önemlisi muğlak ilkelerin ötesine geçerek somut politikalar üretmeye; yani gerçek anlamda bir muhalefet yaratmaya mecbur tutacaktır. Bir mülksüzleştirme operasyonu olan özelleştirmelere açıkça, kuvvetli bir şekilde karşı çıkamayan, aksine Cumhuriyetin satılan tüm kaynaklarını kamulaştırarak yeniden halka iade etmeyi vaat etmeyen bir siyasi iradenin halkçı olduğunu iddia edebilmesi mümkün olmadığı gibi, seçmenin dikkatli bir şekilde siyaseti ve siyasetçiyi takip ettiği ve gerektiğinde biletini kesmek için hazır beklediği bu ortamda foyasının ortaya çıkması da pek uzun sürmeyecektir.
Dolayısıyla değişim gerçekleşti mi, CHP yönetiminin sol ve emek dostu söylemleri, Atatürk ilkeleri ve altı okun ışığında hareket edeceği sözleri sözde mi yoksa özde mi, yakın zamanda yaşayarak göreceğiz...