Artık gri alanların olmadığı bir dünyada yaşıyoruz. Soykırımlar yeniden hortladıysa eğer, gri alanlara sığınma vakti çoktan geçmiş demektir.

İspanya-Fas Sınırında Yığılan İnsan Bedenleri ve Soykırım

Sosyal medyada, yerde cansız yatan onlarca ‘kaçak’ göçmenin görüntüsü gündem oldu. Herkes işin iç yüzünü merak ederken ‘tarafsız gazetecilik’ güdümü harekete geçirdim ve İspanyol makamlarla bu konu hakkında iletişime geçtim. İspanya başbakanına kadar uzanan bir iletişim ağı sayesinde gerçeklere ulaştım. Bir kere hiçbir şey göründüğü gibi değil.  İspanya Başbakanı Pedro Sánchez, İspanya polisinin Fas güvenlik güçleriyle bu kurnaz işgalcilere karşı direndiğini ve bu medeniyetin son kalesinin sonuna dek korunacağını söyledi. Milyonlarca insan ‘beleş yaşam’ için türlü yöntem ve taktiklerle Avrupa medeniyetini tehdit ediyor. Bu insanların masum olduklarını düşünmeyin, bu insanların çoğu eline silah alabilecek güçte ve sağlıkta insanlar. İspanyol yetkililer, bu kişilerin eğitimsiz, yasalara saygısı olmayan kişiler olduğunun altını çiziyor. Şimdi, olaylara bu açıdan bakınca İspanyol ve Faslı polislerin nasıl fedakârca canlarını siper ettiklerini görüyorsunuz...

Bu mide bulandırıcı ironiyi yazarken kendime acımasızca işkence ettiğimi fark ediyorum. İşte bu yüzden okurdan özür dileyerek bu acı ironiye daha fazla devam edemeyeceğim. Artık gazetecilik ya da medya profesyonelliği bize (ironideki gibi) böyle bir ‘tarafsızlık’ vaaz ediyor. Bugüne özgü bir olgu değil, kurulduğu günden beri vebalıdır ‘gazetecilik’. Hasta olmamak için gazeteci ara ara işçi sınıfının cephesine dönmeli ve dezenfekte olmalıdır. Başka türlü temiz kalması zordur. Aksi taktirde ‘tarafsız’ olacağım derken kendinizi güçlünün/barbarların sözcülüğünü yaparken bulabilirsiniz. Oysa her şey oldukça net, güçlüden yana mı yoksa üst üste yığılan ve bazıları ölü insanların arasında hareket eden siyah adamdan yana mı olacaksınız? Türkiye’de ve dünyada gazetecilik artık böyle yapılıyor. Erzincan’daki altın madeni doğayı katletmiyor; tam tersine altın şirketi sosyal sorumluluk projeleriyle doğayı yeniden diriltmenin peşinde. Madeni köylerinde istemeyen köylüler, şirketten daha fazla pay koparabilme derdindeler. Tıpkı göç etmek isteyen kurnaz göçmenler gibi...

Öyleyse hiç lafı uzatmadan ve yüzümüzdeki savaş boyalarını silmeden ilk sonuca ulaşalım. Medya bir kitle imha silahıdır. Korkmayalım, cüretkâr olalım; konvansiyonel imha silahlarının tamamından daha güçlü ve milyarlarca insanı her dakika tam kalbinden, beyninden ve göz kapaklarından vuran bir silah. Artık gri alanların olmadığı bir dünyada yaşıyoruz. Soykırımlar yeniden hortladıysa eğer, gri alanlara sığınma vakti çoktan geçmiş demektir. Tetiği çektirenler kadar, tetiği çekenler de topluma karşı sorumludur. Bir silahla belki bir kişiyi ortadan kaldırabilirsiniz ama medya denen silahın namlusundan çıkan sihirli mermilerle milyonları belki de milyarları vurabilirsiniz. Abartıyor muyum? Tam tersine zihnimde ve yüreğimde canlanan öfkeyi belki de tam olarak yansıtamıyorum. Orhan Gökdemir ile üniversiteden beri dostuz. Dostuz diyorum çünkü, aramızdaki ilişki artık bir usta-çırak ilişkisinin ötesindedir. Tereddütte kaldığım her konuda beni aydınlatmış ve gerçek bir usta olarak bana yol göstermiştir. Medyanın var olan durumuyla ilgili kaleme aldığım yazılara gelen bazı eleştirilerin kafamda çeşitli soru işaretleri açtığını söylemeliyim. İşçi sınıfının yanında duran gazeteciler, sınıfından gelen her geri bildirimi dikkate ve ciddiye almak zorunda. Medya’nın bir kitle imha silahına dönüştüğünü ve burada çalışanların, içerik üretenlerin artık ‘ekmek parası için yapıyoruz’ aşamasını çoktan geçtiklerini düşünüyorum. Bir silahı nasıl algılıyorsak, medya araçlarını da öyle algılamak zorundayız. Bu araçlardan çıkan mermilere şekil verenleri de bu yüzden belirlediğimiz bu kategoriye göre değerlendirmeliyiz. İşte Orhan Gökdemir’e bu fikirlerimin dozu yüksek ve acımasız düşünceler olup olmadığını soruyorum. Karşılığında durumun tamamen böyle olduğu cevabını alıyorum. Yani tam tersine işçi sınıfının yanında duran basın emekçilerinin tam siper yatıp, kendi silahını ateşlemesi gerektiğine inanıyoruz. ‘+90’ YouTube kanalı, medya denen silahın kullanılma biçimini göstermesi bakımından buz gibi bir örnek. Aylar öncesinde bu kanalda İrlanda ile ilgili yapılan bir haberde açıkça yalan söylediklerini ve halka karşı suç işlediklerini yazmıştık. Son bir umutla borçlanarak ülkesini terk eden ve tüm umutlarını bir çırpıda harcayacak olan Türkiye’nin genç yoksul işçilerini ‘yeni bir yaşam’ umuduyla aldatıyorlardı.1 Buna dikkat çekmeye ve gerçeklerin gösterilmeyen yüzünü yoksul insanlarımıza anlatmaya çalışırken ‘gurbetçi çomar’ olarak yaftalandık. Demek ki tek bir silahla ve büyük medya tekelleriyle mücadele etmiyoruz. Onların bulandırdıkları zihinlerle de mücadele ediyoruz. Sınıfı hakir gören ve ona bu sıfatları yakıştıran küçük burjuvalarla da yani. Bu yazının konusu olmadığı için okurlarımın izniyle, ‘+90’ ve bir kitle imha silahı olarak medyanın durumunu detaylarıyla ele almak üzere ‘Gelenek’ dergisine erteliyorum.

Bugün gelinen noktada soykırımların, fuhuşun ve faşizmin alabildiğine meşrulaştırıldığına tanıklık ediyoruz. Yukarıda adı geçen malum YouTube kanalına gelen tepkiler ise umutlarımızı berkitmeye yetiyor. İspanya- Fas sınırına dönecek olursak, son yaşananlar ilk defa olmuyor; faşist İspanya daha önce de su şişlerini bedenlerine sarıp sınırı yüzerek geçen ve yaşları 7 ila 13 arasındaki yüzlerce çocuğa otomatik silahlarını doğrultmuştu. Tüm bu öksüz çocuklara ne oldu biliyor musunuz? Evet, hepsi sınırdışı edildi. Aylar sonra da İspanya bu öksüz çocuklara çalışma izni sağlayacağını ilan etti. Demek ki sonradan, köle emeğinde bir açık oluşmuştu. ‘Tarafsız tetikçiler’ işte olayları asla bu açıyla yazamazlar. Onlar, beyin iğfal şebekelerinin profesyonel birer askeridir. Berkin Elvan’ı bizlerden alan polis nasıl ki ‘emir kuluydum’ diyerek paçayı yırtamıyorsa her gün zihinlerimizi nişan alarak vuranlar da paçayı yırtamayacaklar. Gelinen yol ayrımında, herkes tarafını doğru seçmek zorunda. Bizler yaptığımız her haberin, yazdığımız her yazının altına imzamızı atarak sorumluluğu üzerimize alıyoruz. İşçi sınıfı yanlış yaptığımızda gelip bu yanlışın hesabını sorabilsin diye. Öyleyse medya aracılığıyla halka karşı işlenen suçları görmezden gelemeyiz. Ayrıca bu mücadele sadece basın emekçileriyle sınırlı olmayan bir mücadele...

Nevzat Evrim Önal, yazılama yayınevinden çıkan son kitabıyla hepimizin başına bela olan ideolojik bir ön kabulle mücadele ediyor. Kitabının adı: ‘İnsan Bencil mi? Bireyin Toplumsallığı Üzerine Bir İnceleme’. 18 Haziran Cumartesi günü İstanbul Nazım Hikmet Kültür Merkezinde kitaba dair bir söyleşi gerçekleştirildi. Bu güzel söyleşiyi kaçırdığım için hayıflanırken birden büyük bir sürprizle karşılaştım, söyleşinin kaydı YouTube’da paylaşılmıştı. Konuyu merak eden okurlar Nevzat Evrim Önal’ın düşüncelerini benim gibi YouTube üzerinden dinleyebilirler.2a

Söyleşide en çok dikkatimi çeken ve beni sarsan şey şu oldu: İnsan bir makineye dönüştürülüyordu ve makineye dönüştürülen insan kendine has tüm doğal duygulardan arındırılmalıydı. Neydi bu doğal duygular? Öfke ve kin. Aklımda bu iki kelime asılı kaldı. Emperyalist merkezlere gidenler oradaki toplumu ve insanları gözlemlediğinde insanların sinirlerini aldırdıklarını fark edecektir. Ses tonunuzun yükselmesi dahi büyük bir ayıp olarak kabul edilir. Ülkeleri yıkılan, yer üstü ve yer altı kaynakları sömürülen, İspanya-Fas sınırında gördüğümüz gibi katledilen ve birer çöp gibi üst üste yığılan insanları göreceğiz ama sakin kalmaya devam edeceğiz. Ben size gerçek insan doğasını yazayım, siz hangisinin doğal ve hangisinin doğal olmadığına karar verin. Normal şartlarda, yani medyanın bombardımanı ve kapitalist toplumun baskısı altında olmayan bir toplumda İspanya’daki hükümet çoktan düşmüştü. Öldürülen insanları gördüğümüzde cam çerçeve indirmiyorsak eğer, insanlığımızda bazı doğal olmayan şeyler gelişmiş demektir.

Kapitalist ideolojiyi çözümlemek için bazı kavram setlerinden yararlanırız. Onlardan biri ‘tarihsizleştirme’dir. Tarihsizleştirme bırakın yakın tarihi, bireyi adeta şimdiki zamana hapsetmiştir. Ne çabuk unuttuk, kıyıya vuran bebeklerin masum bedenlerini? Ne çabuk unuttuk, bin bir yalanla tarumar edilen Iraklı yoksulların vatanını? Hatırlarsak eğer öfkelenecek ve kin duyacağız! Hiçbir insan böylesi büyük bir nefretle ve kinle bir an bile yerinde duramaz. İkinci ideolojik olgumuza doğru adım adım yaklaşıyoruz, kapitalizmin pejoratif değerler atfettiği kavramların çoğu zihnimizde baş aşağı duruyor; onları ayakları üzerine getirmek zorundayız. Yani öfke ve kin bize doğru olanı çağrıştırmak zorunda. Aksi takdirde, ‘bencil’ olduğuna inandırılan insanı yenemeyiz. Tetikçi gazeteci ve yazarların biteviye hedefi olur, içine sürüklendiğimiz bu bitkisel (bencil) yaşamdan kurtulamayız...

‘Denize düşen yılana sarılır’ derler. İtalya’nın açıklarında botları batan kimsesiz göçmenlerin sarıldıkları can simitleri onları aslında öldürüyordur. Giymemeleri onlar için daha iyidir ama para verdikleri kaçakçılar bile onların ölmesini istiyorsa ve yamalı botlarla çoluk çocuk demeden bu insanları ölüme gönderiyorsa yapacak bir şey yoktur. Bir şeyleri doğrudan görmediğinde ya da deneyimlemediğinde insan medyanın vahşi bir canavarına dönüşür. O canavar, batan bir lastik botta ölen yüzlerce mültecinin haberini sevinçle karşılar. Vahşi barbarlar ülkesine gelmeyecek ve huzurunu bozmayacaktır. Çocukların çığlıkları, yetişkinlerin çığlıklarına karışırken ve lastik bot Akdeniz’in derinliklerinde kaybolurken bu can pazarında herkes kendi kaderini çizecektir. Kapitalizmin sosyal darwinist altın kuralı yeniden işletilecektir. Güçlü olan hayatta kalacak ve güçsüz olan elenecektir. Afrikalı insanın ekecek toprağı ve çıkaracak suyu kalmamıştır. Beyaz adam yüzyıllardır iliğine kadar sömürmüştür. Tarafsızlar! ‘Tarihsizleştirme doktrini’ gereği gözlerini alabildiğine bu gerçeğe yumar. Coğrafi keşiflerden ve endüstri devriminden bu yana göçmen gerçeğiyle yaşıyor insanlık ve edebi metinler incelenirse eğer geçmişte İngiltere gettolarında yaşananları rahatlıkla okuyabilir insanlar. Her şey bugünün insanının elinin altındadır, ona uzanıp gerçekleri öğrenmek varken kendisine biçilen rolü sahiplenmekte ve yargı dağıtmaktadır. İşçi sınıfı mücadelesinde geriye düştüğümüze göre, geçmişte yaşadıklarımızı tekrar yaşayacak gibi görünüyoruz. Yani 19. ve 20. yüzyılda yaşadıklarımızı...

Ülkeleri yok edilen insanlar Roma İmparatorluğu’nun duvarlarında öldürülecek. Peki, Roma İmparatorluğu yıkılmaktan kendisini kurtarabilecek mi? Bir imparatorluk ceset dağları yaratarak ancak tükenmekte olan ömrünü uzatabilir ama yıkılmaktan asla kurtulamaz. ABD ve Avrupa aynı kaderin kıyısında kendisine yol bulmaya çalışıyor. Bu yol daha fazla barbarlıktan geçiyor. Ukraynalılara akıl almaz bir kötülük yapılıyor. Onları biricik Avrupalı insan ilan ederek, örgütsüz milyonlarca göçmen kölenin nefretini paratonere dönüştürdükleri bu insanların üzerine çekiyorlar. Bu da sistemin ömrünü uzatan başka bir tuzak, eşitsizlikleri bilerek körüklüyor ve bu sayede Erzincan’da zehir saçmaya devam ediyorlar. Siyah adamı bir türlü anlamayan kardeşim Erzincan’a bak, işte orada siyah adamın trajedisini göreceksin. Yok edilen topraklarını, kuşunu, çiçeklerini ve doğasını göreceksin. Dağlar eritildiğinde, tüm altın çıkarıldığında ve sular tamamen kirlendiğinde şirket çekip gidecek. Ardında büyük bir yıkım bırakarak. Böyle bir coğrafyada insanlar yaşamak için sınırlara dayandığında ise ‘gelmeyin’ denecek. Zamanı geldi, tüm varlığıyla bu düzeni yıkmanın zamanı...Medya denen kitle imha silahını paramparça etmenin, altın madenlerini başlarına geçirmenin zamanıdır.