Muhalefetin ise yapılan vergi zamlarına karşı söyleyebileceği gerçekçi tek bir kelime yok, zira seçim öncesi muhalefet tarafından vaat edilenlerin pratikteki karşılığı da tam olarak buydu.

Refahı zenginlere, krizi yoksullara...

Geçtiğimiz haftaki vergi zamları fırtınası tüm Türkiye'ye bir kez daha kemer sıkma dönemlerini hatırlatmış olsa gerek. CHP'nin seçim öncesi vaat ettiği 'rasyonel' politikaları uygulamak AKP'li Mehmet Şimşek'e nasip oldu; ancak isimler değişse de krizin faturasının vatandaşa kesildiği gerçeği yine değişmedi. Muhalefetin ise yapılan vergi zamlarına karşı söyleyebileceği gerçekçi tek bir kelime yok, zira seçim öncesi muhalefet tarafından vaat edilenlerin pratikteki karşılığı da tam olarak buydu. Ancak geçtiğimiz haftalarda da değindiğim üzere, yerel seçimler yaklaştıkça bu 'rasyonel' politikaların yerini tekrar seçim ekonomisine bırakacağını öngörmek hiç de zor değil. Zira yine daha önce defalarca yazdığım üzere Erdoğan, neoliberal ekonomik politikaların sürekli kriz üreterek hükümetlere seçim kaybettirdiğini fark edeli çok uzun yıllar oluyor.

Yüksek istihdam ve yüksek büyümeyi ne pahasına olursa olsun dış borçlanmayla finanse eden, buna paralel olarak kendi tabanını enflasyon ve kurun etkilerinden koruyan önlemler alan Erdoğan'ın bu stratejisi kendisini bir seçim canavarına dönüştürdü. Öyle ki, The Economist dergisi geçtiğimiz hafta 'Erdoğanomi' olarak tanımladığı bu Erdoğan-ekonomisi stratejisinin gelişmekte olan ülkeler arasında giderek yayıldığı 'tehlikesine' dikkat çeken bir makale yayımladı. Makalede Gana başta olmak üzere birçok Afrika ülkesi, Brezilya, Pakistan gibi ülkelerin sürekli başlarını yakan neoliberal politikaları reddederek Türkiye gibi popülist (ve The Economist henüz duruma uyanamasa da seçim odaklı) alternatiflere yöneldiğinden 'şikayet ediliyor'. Keza IMF'den yaka silken Arjantin'in, Türkiye örneğindeki gibi 'rasyonel' politikaları uygulamayı reddedip batıdan borç bulamayınca rotayı Çin'e kırdığı gibi haberler sık sık batı basınına düşüyor. Bu gelişmelerin jeopolitik olarak da çok önemli etkileri var, ancak bugün ekonomiden şaşmadan bu konuyu başka bir yazının konusu yaparız...

Karşısındaki seçim canavarına karşı neoliberal eksenden çıkamayan muhalefetin halini ise biliyoruz: CHP'de ise parti içi iktidar mücadalesine dönüşmüş olan değişim tartışmaları, sol eksene oturması halinde partiye dair umudu çoğaltma potansiyeli taşısa da, şimdilik son derece verimsiz olarak devam ediyor. Özellikle kongre süreçlerinin başlamak üzere olmasıyla gerek partililerin, gerek seçmenin, gerekse de basının gözü ihtişamlı bir güneş tutulmasına kilitlenir gibi 'ağır topların' karşılıklı açıklamalarına odaklanmış durumda. Değişim ise bir kez daha süslü laflar, demokrasi vaatleri ve 'seçmen başımızın üstündedir' gibi kulağa hoş gelen ancak işi boş retoriklere indirgenmiş durumda.

Ben ise bu köşede sık sık kendimi tekrar etme pahasına problemin sistemden kaynaklandığını, sistemin ezberlerine adeta gömülmüş olan merkez partilerin ise bu akıl tutulmasına son verene kadar Türkiye'nin problemlerini çözme şansı olmadığını anlatma gayreti içerisindeyim. Hayatın doğal akışı gereği iktidar politik olarak gittikçe sertleşmeye, ekonomik olarak ise gittikçe daha da dibe gömülerek Türkiye'nin geleceğini ipotek ederek çarkları döndürmeye çalışmaya; muhalefet ise gerçek bir alternatif oluşturamadığı için çoğunlukçu siyasete mağlup olmaya devam edecektir.

Tüm bunları anlatır ve Türkiye'nin problemlerinin sistemsel olduğunu, sistemin problemlerinin ise Türkiye'ye özgü olmadığını vurgularken zaman zaman dünyada yaşanan gelişmelerden de örnekler vermeye gayret ediyorum. Kaybedecek çok fazla şeyi olmayan gelişmekte olan ülkelerin sistemden kaçışı yukarıda örneklediğim üzere daha kolay oluyor. Neoliberalizmle göbek bağı daha sıkı ve eski olan, dolayısıyla ezberlerini bozmakta geciken gelişmiş ülkelerin yaşadıkları problemlerin absürtlük seviyesi ise giderek artar oldu. Geçtiğimiz hafta Almanya'da yaşanan siyasi tartışmalar, bizdeki verimsiz hengamenin ortasında gerçek değişimin ne olduğu, buna neden ihtiyaç olduğu ve başarılamazsa sonuçlarının ne olabileceğine dair güzel bir örnek oluşturuyor. Bazen olaylara dışarıdan bakmak, başkalarının saçma davranışlarını görmek insanın gözünü açmaya yardımcı olabiliyor:

Nüfusu giderek yaşlanan, doğum oranı gittikçe düşen ve bu sebeple her yıl 1 milyon göçmene ihtiyacı olan, üstelik gelen göçmenler nedeniyle de sürekli sorun yaşayan Almanya'da, (doğal olarak) yöneticilerin insanları çocuk yapmak için teşvik etmeleri gerekirken, yeni yıl bütçesinde kesinti yapılarak orta gelir grubuna mensup aileler için ebeveyn yardımını tamamen kaldırma kararı alındı. Bu karar, nüfus artış hızı düşüp işgücü açığı patladığı için Dışişleri Bakanı'nın Güney Amerika'ya gidip hemşire transfer etmeye çalıştığı Almanya'da alındı.

Neoliberalizm dini tüm dünyada olduğu gibi Almanya'da da merkez siyasete sirayet etmiş durumda ve alınan bu karar, tam bir neoliberal ekonomi akılsızlığı örneği. Koalisyon ortağı liberal FDP'nin Genel Başkanı, koalisyon hükümetinin de Maliye Bakanı olan Christian Lindner, Türkiye'de olsa ya AKP'nin Babacan/Şimşek ekolü Bakanlarından birisi olur, ya da muhalefet partilerinden birinin kadrosunda yer alan 'parlak' ekonomistlerden birisi olarak tanıtılır/anılırdı. Ağzını her açışında mali disiplin, parasal sıkılaştırma, bütçe dengesi, bağımsız kurumlar, kötü günlerde kemer sıkma, acı reçete, vergi tabana yayılacak gibi ezberleri tekrar eden, başka bir alternatifi tahayyül dahi edemeyen ekolün muteber bir üyesi. CHP'nin seçim öncesi vaat ettiği, Mehmet Şimşek'in seçim sonrası uygulamaya başladığı ekonomik 'reform'ların yılmaz savunucularının Almanya şubesi...

Almanya bütçesi son birkaç yıldır pandemi, Ukrayna savaşı ve enerji maliyetleri sebebiyle açık verdiği ve neoliberal ezber ne olursa olsun bütçe dengesinin sağlanmasını, hükümetin harcamalarını kontrol etmesini emrettiği için bu ekolün muteber temsilcisi Maliye Bakanı Lindner, sosyal demokrat SPD'li şansölye Olaf Scholz'ün de desteğini alarak 2024 bütçesini hazırlayan Bakanlıklara harcamalarında kesintiler yapmalarını salık verdi. Mesajı alan koalisyonun üçüncü ve son ortağı liberal parti Yeşiller'in elindeki Aile Bakanlığı ise kendi paylarına düşen bütçe kesintisini, ebeveyn yardımını orta gelir grubu için kaldırarak yapmaya karar verdi. Bu kesintiyi yaparak edilecek olan tasarruf miktarı ise yılda 290 milyon euro (dikkatinizi çekerim milyar değil, milyon).

Türkiye'de çiftçiye verilen teşvikleri kesen, hayvancıların yem desteğine kadar göz diken, destekleme alımlarını kaldıran ve el birliğiyle sonunda Türkiye'de tarım ve hayvancılığı bitiren kafaya ne kadar da benziyor değil mi? Benzerlik tesadüf değil, ekolün aynı ekol, akılsızlığın aynı akılsızlık olmasından...

Yılda 290 milyon euro bütçe tasarrufu için, işgücü yoksunluğundan kırılan Almanya'da dahi beyaz yakalısının çocukları olduktan sonra yalnızca 1 yıl alabileceği ebeveyn yardımına göz diken bu neoliberal akılsızlık, bütçe dengeleyecek parayı sosyal devletin kasasından başka bir yerde (mesela doğru düzgün vergilendirilmeyen dolar/euro milyarderlerinin ceplerinde) aramayı tahayyül dahi edemediği gibi, ırkçı AFD partisinin anketlerde nasıl yüzde 20'lere ulaşabildiğini (ki geçtiğimiz günlerde ilk kez bir belediye kazandılar) de anlayabilmekten aciz görünüyor. Yapabildikleri tek (o da yanlış) açıklama ırkçılığın giderek arttığı, seçmenin milliyetçi eğilimlerinin giderek kuvvetlendiği olabiliyor, yaşananları şaşkınlıkla karşılıyorlar.

Tanıdık geldi mi?

Almanya örneğine dönecek olursak, bu bütçeyi meclisten geçirecek olan SPD-FDP-Yeşiller koalisyonunun ortakları bir sonraki seçimleri kaybedince, ki gelen tepkilerin şiddetine bakılırsa kaybedeceklerdir, muhtemelen ona da şaşıracaklar. Bu akılsızlığın, satın alma gücü ve hayat kalitesi sürekli düşen, buna rağmen merkez siyasetten beklediğini bulamayan seçmenlerin tam olarak ne yapmasını beklediklerini ise ben çözebilmiş değilim. Denk bütçe yapabilmek dışında bir politik ve ekonomik nosyona sahip olmayan, Almanya'da 290 milyon euro tasarruf için vatandaşını karşısına alan bu akıl tutulmasının Türkiye temsilcileri ise zarar ediyor diye KİT'leri sattıran, ülkenin üretim kapasitesini yerle bir edenlerin, mali disiplin adı altında ülkeyi krizden krize sürükleyenlerin ta kendileri...

Gördüğünüz üzere çeşitli makyajlar ve yerel baharatlarla yıllardır Türkiye dahil her ülkeye uyarlanan bu hikaye, aslında Erdoğan'ın neden 2013 sonrası ekonomik politikasını 180 derece değiştirdiğini de, bu sebeple neden seçim kaybetmediğini de; bunu görüp kabullenemeyen, aynı akılsız ekolün pusulasında ilerlemeye devam eden gemilerin ise kaptanları kim olursa olsun neden asla seçim kazanamayacağını, kazansa dahi Türkiye'nin problemlerini çözemeyeceğini de gösteriyor.

Temelden hatalı olan bu sistem, doğası gereği, uygulandığı yerlerde sermaye sahipleri dışındakilerin satın alma güçlerini giderek azaltmaya, gelir uçurumunu giderek derinleştirmeye, toplumsal kırılmalara sebep olmaya devam edecektir. Seçim kazanmak isteyen bir iktidarın bu sistemi uygulama imkanı olmadığı için Erdoğan yüksek istihdamı ve büyümeyi seçmeye devam edecek, bunun karşılığında dengeli bütçe, bağımsız kurumlar gibi ezberlerin arkasına saklanan acı reçeteler vaat edenler ise kaybetmeye devam edecektir. Kemal Kılıçdaroğlu'nun geçtiğimiz hafta verdiği rakama göre Türkiye'de bankalarda bulunan tüm mevduatların yüzde 70'i, nüfusun sadece binde 6'sının hesaplarında duruyor. Parayı buradan değil de beyaz yakalısının, asgari ücretlisinin, çiftçisinin, öğretmeninin cebinde arayanların Erdoğan'dan iktidarı söküp alabilme ihtimali yoktur.

İşte değişim, vatandaşının zaten yangın halindeki cebine el uzatmadan, kemeri vatandaşa sıktırmadan, gerektiğinde ezberlerin dışına çıkarak milli tarımını, hayvancılığını, sanayisini, teknolojisini inşa edebilmek adına kime ne destek gerekiyorsa verebilecek, ekonomiyi nasıl yönetmek gerekiyorsa yönetebilecek, kendisine sopa gösterene haddini bildirebilecek halkçı bir devleti inşa etmeye giden yola girmektir. Bu yolun ise isimlerden, verimsiz tartışmalardan, süslü laflardan, parti içi bir hizipten inip diğerine binmekten değil; var olanı ezip geçerek yeniyi inşa edebilecek cesareti gösterebilecek bir yapıyı kurmaktan geçtiğini düşünüyorum...