CHP'nin iktidara talip olabilmesi için geçirmesi gerektiğini düşündüğüm kabaca üç önemli değişimden bahsetmek mümkün: Ekonomik politikada değişim, örgütlerde değişim, söylemde değişim.

Nedir bu değişim?

Zamanın ruhu değişim için CHP'nin kapısını dövüyor... CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu ve sözcüsünün Ekrem İmamoğlu'nu kastederek 'Tek bir kişinin isteği ile değişim olmaz.' demesinin ise, kapıya dayanan değişim talebinin boyutunu küçümsemek, değişim taleplerini siyasetsizleştirerek değersizleştirip kuvvetini azaltmaya çalışmak amacı taşıdığını düşünüyorum. Partinin kapısına değişim için dayananın sadece İmamoğlu olduğunu varsaymak, en başta İlhan Cihaner ve temsil ettiği parti içi sol kanat olmak üzere partideki farklı politik hatların varlığını görünmez kılma amacı gütmüyorsa eğer, kapıdaki canavarın şiddetinin henüz idrak edilemediğini gösteriyor.

CHP yönetiminin değişim taleplerini soğutmak için 'kural ve kurulları' işaret ederek, aslen yasal bir opsiyonları kalmadığı için zorunlu olarak başlattıkları kongre takvimini işaret etmeleri ise hiç şaşırtıcı değil. Bütün CHP'lilerin birçok kez tecrübe etmiş olduğu gibi, olağan kongreler takvimi aslında bir siyasi cinayet mahalli olmaktan öte bir anlam taşımıyor. Erdoğan'ın ipini çekeceği kişiyi yargıya havale etmesi ve 'Bağımsız yargımıza güveniyoruz.' demesi gibi, yine CHP'lilerce iyi bilinir ki, olağan kongreler sadece bu dönemde değil, öteden beri parti yönetimini ellerinde tutanlarca tarihteki uzun bıçaklar gecesi misali muhalefeti boğmak için kullanılan, artık klasik haline gelmiş bir operasyon aracıdır.

Dolayısıyla, yukarıdaki tecrübeye sahip CHP'liler için, açık yenilgi ile çıkılan seçimler sonrası ulaşılması gereken güvenli liman, muhaliflerin partiyi yönetenlerce boğulacağı olağan kongre takvimi değil... Bütün CHP'lilerce bilindiği üzere, partiyi yönetenlerin yaşanılan bu ağır yenilgi sonrasında taşıdıkları emaneti partinin asli sahipleri olan kurultay delegelerine teslim edip onların gözünün içine bakacak şekilde yüzleşme cesaretinin de göze alınması gereken yer, olağanüstü kurultaydı. Bunu da bizzat yapması gereken kişi ise Genel Başkandı. Bu açıdan, partiyi yönetenlerin taşıdıkları emaneti kurultay delegelerine teslim etmek için neden en kısa rotayı seçmediği ya da seç(e)mediği ise herkesin bildiği bir sır...

Bu itibarla, CHP'de siyaset yapma ve politika yapıcı iradeye sahip olma iddiası taşıyanların, eğer rota çizme ve menzil belirleme gücünü ellerinde tutanların kurultay tarihini açık bırakarak ne yapmaya çalıştığını hala idrak edememişler ve partideki değişim için şartları yaratmak yerine hala bunu talep etme pozisyonlarını koruma kararındaysalar, şimdiki şartların sürekli ve kendi pozisyonlarının da değişmez olduğu yanılgısına kapılmamalarını öneririm.

Kazanılacak aday profili orta yerde dururken, bu ağır seçim yenilgisinin yaşanmaması için en başından beri uyarılar yapan birisi olarak, Erdoğan'sız bir Erdoğan rejiminin devamını sağlama almak için siyasi rüşvet dağıtmak başta olmak üzere bütün siyasi çıkış yollarını tıkayan bir mekanizma olarak tesis edilen Altılı Masa'ya ilişkin eleştirilerimin artık bilindiğini düşünüyorum. Şu anda da partinin yönetim kademesinde bulunanlarca partinin oturtulduğu ekonomi-politik hattı her daim eleştiren birisi olarak, partinin seçim başarısızlıklarının sorumluluğunu da taşımıyorum. Üstelik bu yönetici takımından daha uzun bir süreden beri CHP'de bulunmuş olmanın verdiği tecrübe ile ifade etmeliyim ki, partinin halkın çıkarlarını savunduğu çizgisinde samimiyetle tutulduğu ön kabulü ile, CHP yönetimi zihni körlük ve yönetici körlüğü olmak üzere çifte körlük ile malul durumda.

Bu çifte körlükten zihni olanı, parti yönetiminin, tek bir seçim dahi kazanamamak suretiyle önümüze çıkan sorunun nerede olduğunu idrak edememeleri şeklinde; yönetici körlüğü ise, bu sorunun doğru çözümünün ne olduğunun tespit ve çözüm iradesini doğru ortaya koyamama hali olarak ortaya çıkıyor.

Bu itibarla, bir kısır döngüye dönüşen değişim tartışmalarını doğru bir zeminde yürütebilmek adına, bir zincire dönüşen mağlubiyet serisinin sorumlusu olarak uygulanan politikaları görmezden gelip isimlere odaklanmak, eğer kasıtlı yapılmıyorsa, ahmakça bir yaklaşım.

Parti yönetimi, İmamoğlu, Cihaner'in ya da parti içindeki farklı politik kümelerin görünür kıldığı değişim eksenli talep ve tartışmaları sönümletmek için de kongre takviminin yeterli olacağını düşünüyorlarsa, büyük bir yanılgı içinde olduklarını söyleyebilirim. Değişim talebininin seslendiricisi hangi surette görünürse görünsün; gerçekte CHP'nin kapılarını döven zamanın ruhudur...

Kılıçdaroğlu'nun alevi olduğu yönündeki açıklaması ile kendisinin alevi ve kürt olduğu için seçilemediği ana fikirli tartışmaların sonucunun nereye evrilebileceğini geçen hafta aktardığım 'Resmi büyüterek bakınız' başlıklı yazımdaki tehlikeye tekrar işaret ederek, sadece CHP'lilerin değil, ülkemizin geleceğini düşünen herkesin Kılıçdaroğlu'nun üzerine titremesi gerektiğini düşündüğümün altını da çizerek devam edecek olursak, CHP'nin iktidara talip olabilmesi için geçirmesi gerektiğini düşündüğüm kabaca üç önemli değişimden bahsetmek mümkün: Ekonomik politikada değişim, örgütlerde değişim, söylemde değişim. Kısaca açıp bakalım:

Ekonomik politika

CHP başta olmak üzere Millet İttifakı, yoksullukla mücadele eden geniş kitlelere 'acı reçete' anlamına gelen neoliberal ekonomik politikalara dönüş dışında elle tutulur bir ekonomik politika alternatifi sunamadı. Seçmenin açıp okumaya zahmet etmediği anlaşılan mutabakat metninde yer alan bağımsız merkez bankası, rasyonel para politikası gibi vaatler zaten seçimin ertesi günü Mehmet Şimşek'in ekonominin başına geçeceğinin anlaşılmasıyla kadük kalmıştı. Buna karşılık ise iktidarın seçime giderken uyguladığı düşük faiz, büyüme ve istihdama dayalı politikanın seçmenden karşılık bulduğunu görmek gerekiyor. Son üç yıldır artan istihdam rakamlarının seçim sonuçlarını neden ve nasıl etkilediğine ilişkin özellikle sol görüşlü ekonomist ve akademisyenlerin detaylı analizlerinin dikkatlice okunması gerektiğini düşünüyorum. 'Acı reçetelere' alışkın olan özellikle iktidar seçmeni, yaygın kanının aksine hiç de aptal olmadığı için muhalefetin vaat ettiği sermaye dostu ve halk düşmanı neoliberal alternatife yönelmeye yeltenmedi, kötünün iyisi olarak iktidarın arkasında durmaya devam etti.

Erdoğan ise kendi ikilemiyle mücadele etmeye devam ediyor. Kendisine seçim kazandıran düşük faiz-yüksek büyüme-yüksek istihdam politikasının bu haliyle sürdürülemez olduğuna sonunda ikna olmuş olsa gerek, durumu biraz toparlamak adına Mehmet Şimşek önderliğinde ortodoks politikalara dönüş yaptı. Ancak bunun çok uzun vadeli olmayacağını, özellikle seçim dönemlerinde kendisine seçim kazandıran bu formülü kullanmaya devam edeceğini öngörmek de çok zor değil.

Erdoğan'ın sıkıştığı ve gerek ideolojik, gerekse de pratik sebeplerle çıkmasının mümkün olmadığı bu ikilemden faydalanmanın tek yolu ise gerçek bir alternatif üretilmesi. Gerçek bir alternatif üretilemediği takdirde Erdoğan (ve arkasından gelecek olanlar) aynı kazanan formülü, süründüren ama öldürmeyen bu yöntemi kullanmaya devam edecektir. Alternatifi ise gökte aramaya gerek yok: kapitalizmin ve neoliberalizmin doğduğu yerlerde dahi artık kamucu bir ekonomik düzene geçiş yapıldığı günümüz dünyasında Türkiye'nin de kökü dışarıda değil içeride olan, yönü geriyi değil ileriyi gösteren, sermayenin değil halkın ve emekçinin yanında olan, Merkez Bankası bağımsızlığı sayıklamalarının ötesinde bir ekonomik programa ihtiyacı var.

Yalnızca İstanbul'un varoşlarında, ağırlıklı olarak işçi sınıfına mensup 7-8 milyon insan yaşıyor ve bu insanlar ağırlıklı olarak Erdoğan'a oy veriyor. Milyonların yoksullukla mücadele ettiği bu ülkede varoşlara girip bu seçmeni Erdoğan'dan söküp alabilecek bir ekonomik programa ihtiyaç var. (Pek tabii bu programı yaratabilecek kadrolar ve anlatabilecek örgütlere de ihtiyaç var, aşağıda değineceğim.) Serbest piyasa ezberlerini sayıklamaktan başka bir şey yapmadan iktidar seçmenini partisinden koparmak mümkün olmadığı gibi, iktidar seçmenini partilerinden koparmadan seçim kazanmanın da mümkün olmadığını sanırım artık herkes görmüştür.

Söylem

Sermaye çıkarları yerine halkın çıkarlarını önceleyen bir ekonomik politika izlemek, seçmeni kimlik temelli değil sınıf temelli kaygılarla oy vermeye ikna etmenin ilk aşaması olarak görülmelidir. Kimlik temelli değil sınıf temelli siyaset yapmak, CHP'nin 2023'te dahi giremediği mahallelere girmesine, oy almayı hayal dahi edemediği kesimlerden oy almasına giden yolu açacaktır. Yoksulun Sünnisi, Alevisi, Kürdü, Türkü, muhafazakarı laiki olmadığı için ne bu sonuçsuz tartışmalara, ne samimiyetsiz helalleşmelere, ne de işlevsiz ittifaklara gerek kalmayacaktır. CHP sessiz çoğunluktan oy alamıyor ve alamamaktan şikayet ediyorsa bunun çözümü, çoğunluğun niteliğini değiştirmek, kendi çoğunluğunu yaratmak olmalıdır; başkasının yarattığı çoğunluğa şirin gözükmeye çalışmak değil...

Keza aynı problem kendisini yükselen milliyetçilik tartışmalarında da gösteriyor. Bakınız bu ülkede Zafer Partisi tarafından, Kuva-yı Milliye geleneğinden gelen CHP'ye, kurduğu Cumhuriyetin temel kolonlarını tartışmaya açmayacağına dair bir mutabakat imzalatıldı. 2. tur öncesi milliyetçi oyları çekebilmek için yapılan hamleler arasında bunun aslında CHP için ne kadar utanç verici olduğu gözlerden kaçtı, ama bir kişinin bile bugünün CHP'sine bakarak istenen bu güvenceye şaşırdığını düşünmüyorum.

Milliyetçiliğin yükseliyor görünmesinin, seçmenin giderek daha milliyetçi hale gelmesinden değil, merkezde alternatif bulamayan seçmenin giderek uçlara kayıyor olmasından kaynaklandığını düşünüyorum. Keza dünyada da trend bu şekildedir. Sinan Oğan ya da Ümit Özdağ gibi figürlerin ilgi görüyor olmasının tek sebebi, sığınmacı sorunundan rahatsız olan seçmenin gidecek başka yer bulamamasıdır. İktidardan rahatsız olan iktidar seçmeninin karşı yakaya şüpheyle yaklaşıyor olmasının sebebi de hakeza, seçimden iki gün önce NATO ağzıyla Rusya'ya çıkışması gibi örneklerde görülebileceği gibi, muhalefetin bu bakımdan güven vermemesidir.

Kimliklerden arınmış, bağımsızlık ve ulusal egemenlik odaklı bir yurtseverlik anlayışının söylemlere yansıtılmasının savrulmalarının önüne geçeceğine ve asıl gündem olan ekonomik problemlerden dikkatlerin uzaklaştırılmasını engelleyeceğine inanıyorum.

Örgütler

Örgütler konusu aslında işin en kolay kısmı gibi görünüyor. İsimlerin ve yüzlerin değişmesi gerektiği konusunda kimsenin pek şüphesi yok gibi, ancak parti içi mücadelelerin bu değişimin önünü tıkama potansiyeli taşıdığı görülüyor. 'Parti küçük olsun ama bizim olsun' anlayışı malum, CHP'nin bir geleneğidir. Kitle partisi olma amacı taşıyan bir partinin küçük olması da, 'bizim' olması da mümkün değildir. Muhalif seçmenin CHP'nin iç işlerini doğrudan düzenlemeye giriştiği bugünün Türkiye'sinde ise kitle partisi olmayan ve iktidar amacı olmayan bir partinin muhalefet olarak kalabilmesi artık mümkün görünmüyor. Bu bakımdan köklü bir değişimin şart olduğu açık...

Yeni politikaları yaratacak yeni kadrolar, bu yeni politikaları anlatabilmek için yeni bir söylem, bu söylemi yayabilmek için politikleşmiş örgütler gerek. Bunlar olmadan parti içinde ve dışında yer alan çeşitli grupların parti yönetimini ele geçirme yönünde hamleler yapmaları değişim değildir ve halk tarafından da yeterli görüleceği kanaatinde değilim.

Ekonomik politika, söylem ve örgütler olarak kabaca grupladığım bu değişimlerin işe yarayabilmesi için bunların birbiriyle uyum içinde ve bütünlüklü bir strateji çerçevesinde yapılması gerektiği aşikar. Gerçek bir değişime cesareti ya da nefesi yetmeyen tüm aktörlerin, yani sistemin onlara biçtiği role razı gelenlerin ise siyaset sahnesinden yavaş yavaş silineceğini yaşayarak göreceğimizi düşünüyorum.

Ayakta kalanlar, gerçekten değişim iradesini gösterebilen ve her taraftan çürüyen bu sisteme karşı çıkabilenler olacaktır...