"İçimizdeki Sovyetler'in Çöküşü" ve Sivil Faşizm

“İÇİMİZDEKİ SOVYETLER’İN ÇÖKÜŞÜ” VE SİVİL FAŞİZM
Kemal Okuyan 30 Haziran 2009 tarihli yazısına “Faşizmi Tartışıyoruz” adını koymuş ve şöyle demişti: “AKP iktidarı, ekonomi-politika ilişkisini kurumsal, yasal, ideolojik, kültürel boyutlarıyla geçmişteki faşist diktatörlükler dönemindekine benzer bir bütünlükle kuruyor.” 7 Temmuz 2009 tarihinde ise Galip Munzam, “Bir kez daha faşizm” isimli yazısında “faşizme giden yolda bir önemli dönemece daha gelinmiş durumdadır. ‘Biçimsel iktidar’ ile ‘gerçek iktidar’ arasındaki yarık derinleşmiş durumdadır. Faşizm bu ikili iktidarı ortadan kaldırmak için gelmektedir” diyordu. Bu satırların yazarı ise Munzam’ın yazısının ertesi günü Sabah Sabah köşesindeki “Ahmet Altan’a” başlıklı yazısında şöyle demişti: “Bürokrasiyi bütünüyle ele geçirmiş, iç güvenlik aygıtının kontrolünü elinde tutan, hükümette bulunan, toplumsal alanda son derece güçlü ve kendi sermaye sınıfını da, hâkim sermaye fraksiyonu haline getirmiş bir yapılanma. Böylesi bir rejimin faşizmin bir türü, -oksimoron yapmak pahasına olsa da, adını da koyalım- bir sivil faşizm niteliği taşıyacağı ise kesin görünüyor.”
Üzerinden altı ay gibi bir süre geçmişken, yandaş olanıyla olmayanıyla düzen medyasının kalem erbaplarının –elbette ki kendi bulundukları konuma uygun bir şekilde- kelimesi kelimesine aynı tartışmayı, “sivil faşizm” tartışmasını yapıyor olmaları, örnek olsun, kolektif teorik aklımızın gelişkinliğine ve soyutlama ve kavramsallaştırma yeteneğimizin gücüne işarettir. Tıpkı “yeni Osmanlı” örneğinde olduğu gibi, bu meselede de gayet özgüvenli bir şekilde “önce biz dedik” diyebilir ve bu özgüveni hem yeni teorik tespitler yapmak, hem de siyasal alana etkili müdahalelerde bulunmak başlıklarında daha da güçlendirebiliriz.
***
Bir soruyla devam edelim: Sivil faşizm tartışmalarında, “gelen sivil faşizm değil demokrasidir, askeri vesayet rejimi yıkılmaktadır” diyenlerin aynı zamanda Özel Kuvvetler baskınına bakarak “içimizdeki Sovyetler çöküyor” diyenler olması bir tesadüf müdür? Yanıt açık bir şekilde “hayır”dır. Çünkü Türk sağının politik genlerindeki anti-komünizm açıkça burada da devrededir. Aksi olsaydı, geçmişte ABD tarafından NATO bünyesinde Sovyetler Birliği ve komünizmle mücadele etmesi için oluşturulmuş bir yapılanmanın Türkiye ayağının polis tarafından basılmasını, “içimizdeki Sovyetler’in çöküşü” olarak değerlendirmek mümkün olabilir miydi?
Peki Türk sağının 1923 paradigmasına vurduğu her darbeyi bir şekilde Sovyetlerle ve sosyalizmle ilişkilendirilmesi bir tesadüf müdür? Bu soruya da kesin bir şekilde hayır yanıtını verebiliriz. Özelleştirmenin önünü açan yasanın geçtiği gün Tansu Çiller’in “son sosyalist devleti de yıktık” demesi örneğinde de görülebileceği üzere, kamuculuk, bağımsızlık, aydınlanmacılık gibi değerlere yönelik her saldırı, aynı zamanda sosyalizme bir saldırı olarak sunulmaktadır ve bu gayet manidar bir tutumdur. Manidardır, çünkü hep söylediğimiz üzere 1923, 1917’nin gölgesinde kurulmuştur. Cumhuriyete ilerici karakteristiğini veren bütün değerler sosyalizmle ve Sovyetler Birliği ile bağlantılıdır, yalnızca siyasal başlıklarda değil kalkınma ve planlama gibi iktisadi başlıklarda da bu böyledir, dolayısıyla “birinci cumhuriyeti yıkıyoruz” diyemeyenlerin “içimizdeki Sovyetler çöküyor” demelerinde şaşıracak bir yan yoktur.
Dolayısıyla Halil Berktay Taraf’taki köşesinde şu cümleleri kolaylıkla kurabilmektedir: “1989, Doğu Avrupa’daki komünist tek parti rejimlerinin peşpeşe çöktüğü ve sonunda bu çözülüşün Sovyetler Birliği’ne de sıçradığı büyük bir dönüşüm yılıydı. Yirmi yıl sonra 2009, Türkiye’deki tek parti değilse bile “tek ideoloji” rejiminin temelden sarsılmasına, militarizmin çözülmesine tanık oluyor.”
Ancak liberalinden muhafazakârına sağın bütün unsurlarının dile getirdiği SSCB’nin ve reel sosyalizmin çözülüşüyle birinci cumhuriyetin ve 1923 paradigmasının çözülüşü arasındaki ilişkiyi doğru bir şekilde formüle etmek gerekmektedir. İddia edildiği üzere “totaliter ideolojilerin/rejimlerin çöküşü ve tarihin sonu” değildir mesele mesele cumhuriyet kadrolarının, çözülüş tohumlarını Sovyetler Birliği ve sosyalizm düşmanlığıyla birlikte, bizzat kendilerinin atmış olmasıdır. 2.Dünya Savaşı’nda Nazi Almanya’sının el altından desteklenmesiyle başlayan bu düşmanlık, Soğuk Savaş’la birlikte daha da yoğunlaşmıştır. 1946 devalüasyonu ile birlikte Batı bloğuna dâhil olacağını deklare eden yönetici sınıfın, milliyetçilik ve muhafazakârlığı bir Soğuk Savaş stratejisi olarak benimsediği açıktır, devletin ve toplumun İslamizasyonu böyle bir konjonktürde devreye sokulmuştur. Türkiye’de solun yükselişine mukabil, devletin bir iç savaş aygıtına dönüşmesi sürecinde İslamizasyonun hızlanması adeta bir yasa olarak karşımızda durmaktadır. Tutukladığı solculara adeta savaş esiri muamelesi yapan 12 Eylül rejiminin Türk-İslam sentezini (gayri)resmi ideoloji haline getirmesi, bu bağlamda şaşırtıcı değildir.
Bu noktada, 1946 devalüasyonu ile İslamizasyonun kadrolarına aralanan kapının 2001 yılı devalüasyonu sonrası bütünüyle açılması ve AKP’yi iktidara getirmiş olmasının şaşırtıcı olmadığını söyleyebiliriz. Burada emperyalizm ve emperyalist sistemle bütünleşme devrededir. Metin Çulhaoğlu’nun son yazısında belirttiği gibi “1945’ten sonra Amerikan emperyalizmi devrededir” ve o günden beri esas belirleyici güçtür. 1946 ile 2001 devalüasyonu arasındaki ilişki de emperyalizm kavramı olmaksızın anlaşılamaz ve Yalçın Küçük’ün belirttiği gibi “hem 1946 ve hem de 2001 devalüasyonları, Batı dünyası ve daha net bir söyleyişle Amerika Birleşik Devletleri ile daha çok bütünleşme ve kaynaşmanın mekanizmaları” olmuşlardır.
İslamizasyonu ve Amerikan emperyalizmi ile bütünleşmeyi hızlandıran mekanizmanın sosyalizm düşmanlığı olmasına rağmen, bütünleşmeye müdahale eden ve onu yavaşlatan da yine sol olmuştur. 60’lardan itibaren öğrenci gençliğin ve sınıf hareketinin yükselişi, solun ideolojik/kültürel hegemonyasının artışı ve buna paralel olarak solun Kemalizm’i ve Kürtleri kendi saflarına çekebilmesi, aydınlanma ve laiklik gibi başlıkların kolaylıkla bertaraf edilmesini engellemiştir. Bu durumun ise emperyalizmi ve Türkiye egemen sınıfını fazlasıyla rahatsız ettiği kesindir 12 Mart da, 12 Eylül de bu rahatsızlığın uygulamaya geçirilmesinden başka bir şey değildir bugüne kadar işlenen siyasi cinayetlerin dahi bu üç kesim arasındaki bağlantıyı koparmayı ve İslamizasyonu rakipsiz kılmayı hedeflendiğini söyleyebiliriz.
Doğrudur, içimizdeki Sovyetler çökmektedir, ancak askeri vesayet rejimi çözüldüğünden değil, bağımsızlık, aydınlanma, kamuculuk gibi değerlere yönelik büyük saldırı nedeniyle çökmektedir. Meselemiz bu saldırıyı düzenleyen siyasal öznenin yani “içimizdeki Amerika”nın nasıl çökertileceğidir.