İnsan bir mucizedir ve cumhuriyet de yücelmiş insanların mucizelerindendir. Yalnız bunun için insanın da cumhuriyetin de yüceltilmesi ve yükselmesi gerekir.
Heinrich Krippel Viyanalı bir heykeltraş. Yalnız doğduğu yerden çok ülkemizde icra etmiş sanatını. Yerini bulan ilk çalışması Sarayburnu’ndaki anıt. Rastgele seçilmemiştir bu yer. Mustafa Kemal’in Milli Mücadele’nin fitilini ateşleyen yolculuğu buradan başlar, Krippel’in bir diğer anıtının olduğu yerde, Samsun’da biter. Ankara Ulus’taki “Zafer Anıtı” bu mücadelenin evi olan Meclis’in karşısındadır. “Utku Anıtı” en zorlu savaşların yaşandığı Afyon’dadır. Özetle Krippel’in heykelleri Milli Mücadele güzergâhındadır, temsil ettiği de bu mücadeledir. Sonuncusu “Onur”dur, Samsun’dadır, temsil ettiği çıkışın onuru hepimizindir.
Birinci Dünya Savaşına topçu subayı olarak katıldı Krippel. 1925 yılında yeni cumhuriyete heykeller yapması için Türkiye’ye davet edildi. 1938’e kadar on üç yıl Türkiye’de kaldı, pek çok Mustafa Kemal heykeli yaptı. Galiba geride bıraktığı son eser Sümerbank binasındaki “oturan” Mustafa Kemal heykeli oldu. 1938 yılında Viyana’ya döndü, İkinci Dünya Savaşı başlayınca Türkiye ile bağlantısı kesildi, 1945’te öldü.
Mücadelenin ateşi söndü, cumhuriyeti cami avlusuna bırakıp kaçtı burjuvazi. Haliyle şimdi Krippel’in anıtlarında birer put görüyorlar, bunlarla kurucunun tanrılaştırıldığını düşünüyorlar. Tanrılar varsa putları da olur. Putlar put oldukları için değil, tanrıları temsil ettiği için saygı görür. Ancak yozlaşma dönemlerinde put temsil ettiği tanrının yerine geçer, onu gölgeler. Böyle dönemlerde putları kırmak gerekmiştir. Put kırıcılığının dinler ve sosyal mücadeleler tarihinde yeri var. Putlaştırma gerçektir. Mustafa Kemal’in düşüncesini öldürdüler, sonra putlarını yerine geçirdiler. “Atatürkçülük” anti Kemalist bir putçuluktur.
Ama her yerde put görmek de bir başka aşırılık. En aşırı hali cihatçılarla-Taliban, El Kaide vs.- baş gösterdi, sonra oradan bizim ılımlı cihatçılara sirayet etti. Heykel görünce kırmızı görmüş boğa gibi kuduruyorlar. Put sanıyorlar, puta tapındıklarını unutuyorlar. Putları yıkma girişimlerinin temsil ettiği inancı da yerle bir etmesi, o nedenle, imkân dahilindedir. Ortodoks Hristiyanlıkta İkonaların, İslam’da Hacerülesved-Kara taşın putların dönüşümü açısından öğretici bir tarihi var. Kaldı ki heykel zamanla inançtan ayrılmış bağımsız bir sanat dalına dönüşmüştür. Heykelde put görmek bir zorlamadır, yersizdir.
***
Peki bu heykellerde, bu sanatta bir sorun yok mu? İtirazlar var. Örneğin önemli ressamımız Orhan Taylan, “Sanat Emeği” dergisinin 1 Mart 1978 tarihli sayısındaki “Türkiye’deki Nazi Heykelciliği” başlıklı yazısıyla Cumhuriyetin ilk yıllarında yapılan heykelleri faşizan ilan ediyor. Krippel’inkiler de buna dahildir. Haliyle büyük, siyah, gösterişli, pazılı kütlelerdir yaptıkları. Hiçbirinin Türklükle veya Atatürk’le bir ilişkisi yoktur. Taylan daha da ileri giderek bunların vücutlarının birer Alman veya birer Romalı olarak tasarlandığını, Mustafa Kemal’in başının o vücutlara sonradan eklendiğini iddia ediyor ki, mümkündür. Kaldı ki bu esintiler dönemin mimarisinde de izlenebilir. Her birine insan üstü devler için hazırlandığı izlenimini veren devasa kapılardan girersiniz. Yüksek tavanlar, geniş açıklıklar küçültür içine gireni. Ama tabii öznellik bu sanatın içinde hep var. Belki de amaç içeri gireni yükseltmek, yüceltmektir, kim bilebilir?
Tabii cumhuriyet de, kuşkusuz, insana bu üstünlük duygusunu vermek istiyordu. Yeni bir halk ve yeni bir ulus icat ediyordu çünkü. Düşmüşü yükseltmeden, ezileni yüceltmeden bunu yapmanın imkânı yoktur. Unutulmasın, devrimci cumhuriyet sanatının eleştirileri artık oluşmuş bir şeyden, Türk halkı, söz ediyor. Halbuki cumhuriyetin ilk yıllarında bu sanat o şeyi oluşturmak için icra ediliyordu. Halkı, cumhuriyet icat etmiştir. Yükseltme veya yüceltme, bu icadın olmazsa olmazlarındandır. Zaman bakışımıza belirliyor. O heykellere ve mimariye 1978’de bakmak ile 2023’te bakmak arasında büyük fark var haliyle. Bizler çöken bir dönemin içinden bakıyoruz geçmişe. İnsanı ufaladılar, ezdiler, kullaştırdılar, birer yürüyen ölüye dönüştürdüler. Büyük kapılara da gösterişli insanlara da artık yer yoktur.
İnsanı ufalama döneminin de mimarisi ve heykeli var. Beştepe sarayı mimari başyapıtıdır. Büyük kapılar, geniş açıklıklar yine var ama amacı sadece içindekini yüceltmek içindir. Heykeline gelince; bildiklerimiz, daha doğrusu muhatap olduklarımız var. Şanlıurfa’nın Harran İlçe Belediyesi tarafından yaptırılan Tayyip Erdoğan’ın tanka eliyle “dur” işareti yaptığı heykel bunlardan biri. Ankara’da Melih Gökçek'in yaptırdığı dinozor heykelleri, Dinocan, var. Diyarbakır kayyım Belediyesi tarafından havalimanı kavşağında yapılan karpuz içinde çocuk ve kadayıf tepsisi taşıyan adam heykelleri var. Samsun Vezirköprü’deki semaver heykeli, Çarşamba’daki yumurta topuk ayakkabı ve kasket heykeli, Bursa İnegöl’deki köfte heykeli, Kızılcahamam'daki bazlama heykeli, Amasya’daki “özçekim” yapan şehzade heykeli bu dönemin şaheserleri arasındadır. Hepsi tartışmasız yerli ve millidir ama sanat değildir. Hiçbirinde bir yükseltme veya yücelik bulamıyoruz, simidin, çayın, köftenin ne yüceliği olacak? Demek ki devrim ile karşıdevrim sanatı arasında kıyasla ulaşabileceğimiz bir yer yoktur.
Orhan Taylan, 1 Mayıslardan aşina olduğumuz pazılı işçi afişlerinin yaratıcılarındandır. Bunlardan birinde işçinin pazıları kafasından büyüktü. Sol ve emek düşmanı Murat Belge bu orantıya dikkat çekip dalga geçmişti o afişlerle. Nazilik de buldu mu, hatırlamıyorum. Pazıya takılmıyoruz, biliyoruz, yaratıcıları işçiyi yüceltmek, yükseltmek istemiştir. Başka türlüsünü düşünemeyiz. Murat Belge gibi bakmayız; pazılı veya pazısız, o afişlerde dönemin devrimci ruhu var. İyi veya kötü, eksik veya fazla Krippel’in heykellerinde de devrimci cumhuriyetin harcı var. Yerleri çok yükseklerdedir.
***
Mimaride de durum aşağı yukarı böyle. Yükseltmeye ve yüceltmeye açık bir itiraz var. Aziz Nesin'in oğlu Ali Nesin’e borçluyuz bu itirazlardan birini. Ankara Üniversitesi Dil, Tarih ve Coğrafya Fakültesi binasıyla ilgili “Bu çirkin binayı yapan, yapmakla kalmayıp çok beğenip aydınlatan, en az dört bayrakla donatan, Atatürk’ün oldukça basit bir cümlesini üniversite duvarına kazımaya değer gören zihniyet elbette öğrenciler için bir masa, iki bank, üç güneşlik koymayı akıl edemezdi. Çünkü bu dalkavuk sefiller için genç ile davar arasında bir fark yoktur” dedi bir keresinde. Binayı beğenmemişti. DTCF binası, insana değer vermeyen “ceberut” devletin simgesidir demeye getiriyordu. Duvara kazınmış basit cümle dediği ise “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir” sözüydü. Ali Nesin bunları yazdığında ilim çoktan tepelenmiş, yerine yeniden din oturtulmuştu.
DTCF bu bilimsizliğin ilk belirtileri nedeniyle kazındı belleğimize. Cumhuriyet geriye kaçmıştı, ülkede antikomünizm rüzgârları esmekteydi. Krippel’in ölüp dünyadan çekilmesinden birkaç yıl sonra Behice Boran, Pertev Naili Boratav ve Niyazi Berkes fakülteden atıldı. Atılanların solcu olduklarından şüpheleniliyordu. Gericiler hedefi büyüttü sonra, Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’i, Rektör Şevket Aziz Kansu’yu da istemiyorlardı. DTCF hocalarının Ali Nesin’in beğenmediği o kapıdan dışarıya atıldığı tarihte cumhuriyet de bitmişti aslında.
Cumhuriyet bitti bitmesine ama adı bile nefret üretmeye devam ediyor. Ali Nesin’in nefretinin sebebi de DTCF binasının cumhuriyetin kurucu ideolojisini ve bilimi simgelemesi. DTCF’nin mimarı Bruno Taut usta bir mimardı. Sosyalistti. Naziler iktidara gelince ülkesinden kaçmak zorunda kaldı, Türkiye’ye davet edildi. 1930’larda bir kısmı bugün de kullanılan örnek yapılar tasarlamıştı. DTCF projesini 1938’de çizmişti. Taut’un eserleri arasında Atatürk Lisesi, Trabzon Lisesi, İzmir Cumhuriyet Kız Enstitüsü ve Atatürk'ün katafalkı gibi yapılar var. Mimarisi gösterişli olmakla birlikte Nazi esintisi bulmamız imkansızdır. 1938’de öldü, İstanbul Edirnekapı Şehitliği’ne kabul edilip gömülen tek gayrimüslimdir. Kısacası, DTCF binası öyle kolayca bir tarafa atılacak bir yapı değil. Yolu o binadan geçenler bankların gölgelik arka bahçede olduğunu bilir ayrıca. Banksızlık güneşli protokol girişine hastır. “İlimsiz” tartışamayız!
“Adam matematikçi, ne anlar mimariden” demeyin. Ali Nesin’in Şirince’deki Nesin Matematik Köyü’nde, matematikle birlikte tasarım-mimarlık dersleri de veriliyor. Bir de Sevan Nişanyan faktörü var; kural tanımaz bir alaylı mimardır. Ali Nesin ondan matematik köyünün mimarı diye söz ediyor. Yalnız köyde herkes mimardır. İhtiyaç yoktur, anlamında kullanıyorum. Yine de tarihi bir bölgede mimarlık sanatını icra etmek için ilgili yerlerden izin almak gerektiğini herkes bilir. Kaçaktır, tek eylemi kaçak inşaat yapmak olan ilk siyasi suçlu olarak tanıyoruz.
Tabii DTCF mimarisi de sorunludur. Garip bir simetrisi vardır, kaplamaları savaş nedeniyle yarım kalmıştır. Nazi etkisi de bulunabilir aranırsa. 1930’lu yılların ikinci yarısında Nazi etkisi bütün Avrupa’da yaygınlaşmış, Mimari tarzlar birbirlerine yaklaşmıştı. Zamanın ruhudur bu. Tartışırız. Tabii tartışırız derken, köy usulü bina yapan kaçak inşaatçıları bir yana bırakıyoruz.
***
Krippel II. Dünya savaşının son yılında öldü. Viyana’daki gömütünün üzerine güzel bir anıt mezar yapıldı. Fakat kimsesizdi. Mezarı için gerekli ücret ödenmeyince anıt bulunduğu yerden kaldırıldı. Anısı silinmişti. Devreye Türk toplumu girdi, anıtını yeniden yaptırdı. Türk toplumu temsilcisi adına Prof. Birol Kılıç, Krippel’e olan saygılarını şöyle gerekçelendiriyor; “1920 yıllarında yaşayan milyonlarca Alman, Avusturyalı ve Macar vatandaşları gibi o da bir Atatürk hayranıydı. Çünkü Atatürk ülkesini işgal edenlere karşı Sevr Antlaşması’nı yırtarak Kurtuluş Savaşı vermişti ama Almanya, Avusturya ve Macaristan işgalini sadece izlemişlerdi.” Krippel’in Türkiye ve Atatürk’e olan sevgisinin nedeni de buydu. Gelip, laik Türkiye'nin kurulmasına sanatıyla katkıda bulunmuştu, Avusturya Türk Toplumu da Krippel’i bundan dolayı seviyordu. Yükselten yükselir, artık Krippel’in kimsesi Avusturya’da yaşayan cumhuriyetçilerdir.
***
İnsanlığın da cumhuriyetin de bir güzergahı var. Güzergaha bakıp onur devşiriyoruz. Cumhuriyet insanı onurlandırmanın en yüce yollarından biridir. Cumhuriyetsiz insan düşünemiyoruz.
O onurlu güzergahlarından birinde Giordano Bruno yürümüştür. Hermetik vecize “magnum miraculum est homo”u (insan büyük bir mucizedir) düstur edinmişti. İnsanı önemsiz ve değersiz bulanlara kızgındı. Kendisini, mucizevi insanın yaşayan bir kanıtı olarak görüyordu. Almanya’da “Giordanisti” adında gizli bir topluluk kurdu. Kısa zamanda İngiltere ve Fransa’da müritler edindi. Avrupa’nın pek çok yerinde ateşli taraftarları vardı artık. Kiliseye ve yaslandığı düzene savaş açmıştı. Yıkıcı faaliyetleri nedeniyle 1592’de Venedik’te Engizisyona teslim edildi. Beş yıl boyunca sorgusuz hapiste tutuldu. 17 Şubat 1600’de yakılarak öldürüldü. İdama tanıklık eden Alman Caspar Schoppe, Bruno’nun idamına gerekçe gösterilen aykırı görüşlerin listesini yapmıştı; Çok sayıda dünyanın olduğuna, sihre, Kutsal Ruh’un ve “anima mundi”nin (dünyanın ruhu) bir ve aynı olduğuna, Musa’nın Mısırlılardan sihir öğrenen sıradan biri ve İsa Mesih’in de bir Mecusi olduğuna inanmaktaydı.
“Magnum miraculum est homo”… Yaşamıyla ve ölümüyle sonunda gerçekten de insanın bir mucize olduğunu ispat etti. Bruno bir mucizedir. Yürüyüşüne bakıp onur devşiriyoruz, Cumhuriyetsiz insan düşünemiyoruz.
Bruno’dan miras bir davamız var. İnsan bir mucizedir ve cumhuriyet de yücelmiş insanların mucizelerindendir. Yalnız bunun için insanın da cumhuriyetin de yüceltilmesi ve yükselmesi gerekir. Laik cumhuriyet o mucizeyi kuvveden fiile çıkarma girişimidir. Kutluyoruz, kutlu olsun.