Faşistler ve faşizmler üzerine

Dylan Riley’in “Trump Nedir?” (“What is Trump?”) başlıklı bir makalesi, New Left Review’un Kasım-Aralık 2018 (114.) sayısında yayımlandı.

Yazar, “Trump Kimdir?” sorusunu sormuyor; yani ABD Başkanı’nın servetinin kökenleri; karmakarışık özel hayatı; ruh sağlığı gibi ilginç ve renkli konularla ilgilenmiyor. 

“Trump nedir?” ifadesi ile, Başkan’ın siyasî kimliği sorgulanmaktadır: “Trump faşist midir?”

ABD’de yaygın tespit: “Trump faşisttir…”

Riley’in yazısı, Amerika’da sağ ve sol çevrelerde Donald Trump’ı  faşist olarak nitelendiren yaygın bir tespit belirliyor ve aşağıdaki aktarımlara dayandırılıyor:

Liberal ve orta-sağdan Trump’a bakışlar: “Göçmenlerle cinsel şiddet arasında bağlantı kurarak; gazetecileri ‘düşman’ olarak nitelendirerek faşizmden ilham aldığını açıkça gösteriyor…”

"Komplo teorilerini yaymak için sosyal medyanın ve internetin gücünü etkili bir biçimde kullanırken 1920’li ve 1930’lu yılların faşistlerini  hatırlatıyor.”

“Faşizm Amerika’ya böyle gelir: Çizmeler ve askerî selamlar ile değil; halkın kızgınlıklarını ve güvensizliklerini sömüren bir TV madrabazı, sahtekâr bir milyarder, tipik bir egomanyak biçiminde…” Sonuncu ifade, ünlü neo-con düşünür Robert Kagan’a aittir.

Yazı, Amerikalı solcuların Trump tespitlerinden de örnekler veriyor:

"İki savaş arasındaki öncülleri gibi işgücünü bastırmayı hedefleyen bir neo-faşisttir.”

“Geçmişle özdeşlik aramak doğru olmaz, ama faşizmi andıran siyasetleri geliştiren bir kriz içindeyiz ve Trump’ı bu ortam beslemiştir.”

“Önemli sayıda faşist özellikler sergilemektedir; faşizm Trump’a geçit vermiş; o da faşizmi yeşertmiştir.”

“Trump faşisttir” tespitinde birleşen bu aktarımlardan sonra Dylan Riley, yazısını farklı bir doğrultuda geliştiriyor:  1920’li-1930’lu yılların Mussolini ve Hitler rejimlerini, ortak bir faşizm tipolojisine dönüştürüyor ve “bu özelliklerden yoksun olduğu için bugünkü ABD faşist değildir” tespitine ulaşıyor.

Riley’in bu yaklaşımını ve sonuçlarını süzgeçten geçirmek istiyorum.

Faşizmler, emperyalizm ve partiler

 Emperyalizm, Riley’e göre faşizmin ilk ortak öğesidir. Nazi rejimi, ağır sanayiye dayalı Alman egemen sınıfının talep sorununu askerî harcamalar ve genişlemeci emperyalist politikalarla aşmayı hedeflemiştir. “Bu nedenle de revizyonist bir emperyalizm, klasik faşist rejimlerin  belirleyici bir özelliği olmuştur.” (s.10)

Ne var  ki, İtalya’ya geçince, durum farklıdır: Riley’e göre   “Habeşistan işgali ile [hayata geçirilen] İtalyan emperyalizmi büyük ölçüde bir prestij projesiydi…  1936’da İtalya İmparatorluğu’nun ilanı, Mussolini’ye büyük popülerlik sağladı.” (s.11)

Alman tekelci sermayesinin dış dünyaya taşma talebinden türeyen “emperyalizm” ile İtalya liderine büyük popülerlik sağlayan bir prestij projesi olan “emperyalizm”…  Tamamen farklı bu iki olgudan yazar, “klasik faşist rejimlerin belirleyici bir özelliği olan emperyalizm” genellemesine nasıl ulaşabilmektedir? Yazar, faşizm çözümlemesinin ilk aşamasında kavramsal gevşekliğin kurbanı olmaktadır.

Riley, faşizme ilişkin ikinci ortak öğeyi siyasî partilerle sınıflar arasındaki bağlantılar içinde arıyor.

Temsilî demokrasi, Almanya ve İtalya’ya (İngiltere ve ABD’ye göre) geç geldi ve bu ülkelerin egemen sınıfları, halk sınıflarını sürükleyebilecek kitle partileri oluşturamadı. Riley, faşist partileşmenin bu boşluğu doldurduğunu belirliyor. İtalya’da PNF, Almanya’da NSDAP, köylülüğü, esnafı, beyaz yakalı profesyonelleri, maaşlı emekçileri (bir anlamda “küçük burjuvaziyi ve orta sınıfları”) toplayan kitle örgütleriydi. İşçi sınıfı örgütleri olan sosyalist partileri önce dengelemeyi, sonra engellemeyi hedeflediler. Riley vurguluyor: “Faşizme içkin kitle partisi olmasaydı ne Mussolini ne de Hitler iktidarda istikrar sağlayamazdı.”     

Riley’in İtalyan ve Alman faşizmlerine ilişkin bu tespitleri doğrudur: Faşist partiler,  ülkelerinde işçi sınıflarının iktidara yürüyüşlerini engellemeyi hedefledi. Kitle tabanları bu engellemeye meşruiyet taşıyor; başlangıç aşamasında temsilî demokrasi ile uyum sağlıyordu.  

İktidar sonrasında faşist partiler ile devlet aygıtı, sosyalizm tehlikesini kalıcı olarak yok etmede tam ittifak sağladı. Bu stratejik hedefte ve temsilî demokrasinin tasfiyesinde egemen sınıflar bloku faşizmi destekledi. Burjuvazilerin farklı katmanlarının çıkar karşıtlıkları, ikincil planda kaldı.

İtalya ve Almanya ile sınırlı bir faşizm anlayışı…

Dylan Riley faşizmlerin ortak özelliğini, Faşist / Nazi-türü kitle partilerinde arıyor ve (esasen sorunlu olan) faşizm / emperyalizm bağlantısına ekliyor. Ve böylece, yirmi yıllık bir tarih aralığında (1920’li ve 1930’lu yıllarda) ve iki ülke (İtalya ve Almanya) için geçerli bir siyasî rejimi “genel bir faşizm  modeli” olarak öneriyor. Ne kadar ararsanız arayın, bu modelin benzerini başka ülkelerde, zamanlarda  keşfedemezsiniz…

Olgun kapitalizmin siyasî rejimi, emekçi sınıfları da kapsayan temsilî demokrasidir. Bu rejim, egemen sınıfların stratejik çıkarlarını tehdit eden özellikler kazandığında askıya alınabilir. Bir savunma tepkisi askerî dikta rejimleridir. İkinci bir savunma yöntemi, “kurulu düzeni” korumayı üstlenen kitle destekleri ile devlet aygıtının ittifakı içinde iktidara geçen “sivil” baskı rejimleridir. Bu iktidar, yasal veya fiilî güvencelerle kalıcı özellik kazandığında “faşist rejim” nitelemesi uygundur. “Klasik” (İtalyan-Alman) faşistlerinden ayırmak için “neo-faşist” diyebiliriz. Veya XIX. yüzyıl Avrupası’nın karşı-devrimci rejimleri de kapsanacaksa proto-faşist…

Dylan Riley’in faşist partiler ve emperyalizm ölçütlerini kullanırsanız  kapitalist sınıfların baskıcı programlarını iki yüzyıl boyunca hayata geçirmiş olan “sivil, proto-, neo-faşist rejimler”, belki de topluca dışlanmış olacaktır.

Rastgele aklıma gelenleri sıralayayım: Köylülük ve lümpen-proletarya desteğine de dayanan  III. Napoleon Fransası;  1930’lu yıllarda silme Baltık ve Doğu Avrupa ülkeleri, Salazar ve Franco yıllarında Portekiz ve İspanya; Latin Amerika’da seçimle gelen, sonra kalıcı olan, ayak takımı, cinayet şebekeleri ve polis/asker gücüyle ayakta duran Başkan Baba’lar; Stroessner, Batista, Fujimori rejimleri, giderek bugünkü Türkiye…

İşe yarayacak bir kavram olarak kullanmayı sürdüreceksek, faşizmi bu çerçevede kullanalım. Aksi halde II. Dünya Savaşı’na giden süreçte PNF ve NSDAP partileri tarafından yönetilen İtalya-Almanya rejimleri ile sınırlı tutacaksak “faşizm” sözcüğünü bir kavram olarak kullanmaktan vazgeçelim.

“Faşist kimlik”…

Umberto Eco’nun “Ur-Faşizm” (“Öz-Faşizm” olarak anlaşılabilir) başlıklı bir makalesi (New York Review of Books, 22 Haziran 1995), Alman ve İtalyan faşizmlerinin farklılıklarını karşılaştırıyor ve daha da önemlisi faşist kimliğin ortak öğelerini sıralıyor. Kısaltarak aktarıyorum:

“Geleneklerin yüceltilmesi; modernlikten, aydınlanmadan, eleştirel akılcılıktan nefret… Farklılıktan tiksinme ırkçılığa açılır; farklılık ve muhalefet ihanet ile eş-anlamlıdır… Ortak kimlik arayışı doğal olarak ülke aidiyetine, yani milliyetçiliğe yönelir. ‘Millî kimlik’ ise, sadece ‘düşmanlar’ var olduğu için (o sayede) tanımlanabilir… Eyleme, güce tutkunluk; erillik ve maçoluk… ‘Kahraman arayışı’, son tahlilde bireylerin sözcüsü olacak ‘lider’ arayışına dönüşür…”

Türkiye’nin Faşizmleri ve AKP (İmge 2015),   başlıklı kitapta “Âşina Olduğumuz Bir Portre” başlıklı ve Mart 2014’te kaleme aldığım bir yazı yer alıyor.  Yazıda, Hindistan başbakanı Narendra Modi ile birkaç yıl önce röportaj yapan klinik psikolog Ashok Nandy’nin  izlenimleri aktarılıyor:

“Kaskatı fanatizm, kısıtlı bir duygusallık, tutkularını hem inkâr etmek; hem de onlardan korkmak; bunları şiddet fantezileriyle birleştirmek; paranoid ve saplantılı bir kimlik… Hindistan’a karşı her Müslümanın potansiyel bir terörist ve hain olarak yer aldığı evrensel bir komplo teorisini çok sakin, ölçülü bir üslupla anlattı. Röportajdan sarsılarak çıktım; zira klasik ve klinik bir faşist vaka ile ilk kez karşılaşıyordum. Potansiyel bir katil, bir katliamcı da aynı kategoriye girer.”

Psikolog, başbakan olmadan önceki Narendra Modi’yi “potansiyel bir katil, katliamcı ile aynı kategoriye giren klinik bir faşist vaka”  olarak teşhis etmiş. Bu “vaka”, 2019’da da  Hindistan başbakanıdır.

Psikoloğun Modi teşhisindeki “Müslümanlar” saplantısını “ötekiler” olarak değiştirirseniz “genel” bir faşist kimlik tanımına ulaşırsınız. ABD’li anti-faşistler Trump’ta herhalde “göçmenler” saplantısını belirliyor.  Bugünkü Türkiye ortamının faşistlerinde “laik Aleviler, bölücüler, Yahudi lobisi, solcu ateistler” saplantıları yaygındır.  Bir başka “potansiyel katil” olduğu anlaşılan Brezilya’nın yeni başkanı Bolsonaro’nun “ötekileri” de solcular, sosyalistler, ateistler, feministler ve “yerliler”dir.

Faşist kimlikler, Amerika’nın, Brezilya’nın, Türkiye’nin üstünlüğünü, çıkarlarını,  önceliğini baltalayan uluslararası komploları da sürekli olarak arar; bazen tespit eder.

Faşist liderlerden faşizme geçiş…

Sözünü ettiğim yazıda Dylan Riley, faşizmin genel özelliklerine bakarak “ABD faşist değildir…”             tespitini yapıyor. Gereksiz bir tespit; zira Amerikalı anti-faşistler ülkelerinin değil, Trump’ın faşist olduğunu ileri sürmekteydi.

Temsilî demokrasi, günümüzde olduğu gibi, halk sınıfları saflarında meşruiyetini yitirmeye başlarsa; sermayenin hegemonyası tehdit altına girer. Yukarıda değindiğim gibi neo-faşizm o zaman gündeme gelir. Hintli psikoloğun ve Eco’nun sıraladığı faşist kimlik özellikleri taşıyan bir lidere, siyasî kadrolara gereksinim doğar.

Bu tür faşistler, iktidara geçerse; düzen karşıtı veya “muhayyel” tehditleri tasfiye ederse; iktidarları uzarsa, giderek kalıcılaşırsa; ABD, Hindistan, Brezilya veya Türkiye’nin siyasî rejimleri de  neo-faşizme dönüşür.