NATO imaj tazeleyebilir mi?

NATO üyesi ülkelerin savunma bakanları yüksek güvenlikli telekonferas sistemiyle bir araya gelirken örgütün küresel pandemi karşısındaki tutumu sorgulanıyor. NATO'ya yönelik eleştiriler, başta Avrupa Birliği olmak üzere emperyalist merkezlerin salgın karşısında yaşadıkları fiyaskodan bağımsız değil.

Rahmet Çetin

Covid-19 salgını, küresel çapta etkilerini yaklaşık bir aydır göstermeye başladı. 11 Mart’ta Dünya Sağlık Örgütü tarafından pandemi ilan edilen salgın, öncesinde çoğu ülkeyi hazırlıksız yakalamış, özelleştirilmiş sağlık sektörünün yetersizliğini hızla gözler önüne sermişti. Türkiye’nin durumu, Sağlık Bakanlığı tarafından en çok önlem alan ve virüsle en geç tanışan ülkelerden biri olma iddiasının aksine her geçen gün katlanarak ciddiyetini arttırıyor. Ancak emperyalist merkezlerde çok daha şiddetli sonuçlar veren salgın, uluslararası örgütlerin kabiliyetlerinin sorgulanmasına da yol açtı. NATO ve Avrupa Birliği, marttan beri ortaya koydukları virüs politikasıyla hem ABD’de hem de Avrupa’da eleştiri oklarının hedefi haline geldi. Halbuki NATO Genel Sekreteri Stoltenberg, Nisan başında yapılan video konferansta “NATO krizlerle başa çıkmak için kuruldu. Müttefiklerimize yardım edeceğiz, üzerimize düşeni yapacağız.” demişti. Pandemi ilanından 1 aydan uzun süre geçmişken tablo neyi gösteriyor, yakından bakalım.

Avrupa’da Birlik fiyaskosu

Avrupa’da salgının merkezi martın ortasından itibaren İtalya hâline geldi. Kurucu ülkelerden biri olan İtalya, finansal destek çağrılarına olumsuz yanıt aldı. Özellikle İtalya ve İspanya kamuoyunda öfkeyle karşılanan bu yanıt, her iki ülkenin hem iktidar hem de muhalefet cephesinden “Birliğin sonu yaklaşıyor” seslerinin duyulmasına sebep olurken, AB bayrağı yerine Çin ve Rus bayraklarının asıldığı videolar sosyal medyaya yayıldı. Tepkilerin ardından Avrupa Komisyon Başkanı Ursula von der Leyen, AB’nin yeterli destekte bulunmadığını kabul edip özür dilerken, işletmelerin ayakta kalması için 100 Milyar Avro ayrıldığını duyurdu. Ancak ne “korona fonu”, ne de özrün kendisi suların durulmasını sağlayabildi. İtalya Başbakanı Conte, “Ağırkanlı bir çözüm, çözüm olmayacak.” dedikten sonra virüsün etkisini arttırdığı iki ülkeden de açıklamalar gelmeye devam etti.

Avrupa Birliği son olarak 9 Nisanda üyeleri için 500 milyar avroluk bir kurtarma paketini kabul etti. Ancak tasarı, koronadan en sert etkilenen ülkeleri tatmin etmekten uzak. Brüksel’deki toplantının ardından Eurogroup Başkanı Centeno’nun açıkladığı paket, Fransa ve İtalya’nın önerdiği “coronabond” formülasyonunu, yani salgının yükünün Birlik ülkelerince eşit şekilde paylaşılmasını, reddederken, aynı zamanda Avrupa Merkez Bankası tarafından önerilen paketin de yalnızca 3’te biri büyüklüğünde. Avrupa Merkez Bankası, AB’nin krizden sıyrılmak için 1,5 trilyon avroya ihtiyaç duyulacağını söylemişti.

Ancak kabul edilen paketin ne alacaklı Almanya’yı, ne de borçları katlanan İtalya, İspanya ve hatta Fransa’yı memnun ettiğini söylemek zor. Angela Merkel, Brüksel’deki görüşmelerden hemen önce bu ülkelere borç vermenin riskli olduğunu ima ederek, “Dayanışma göstermenin farklı yolları olduğuna da eminim” demişti. İtalya Başbakanı Salvini ise, haftalardır iç siyasette el yükselterek “Çocuklarımız Almanya ve Hollanda’ya borç ödemeyecek” demesine rağmen, katlanan bir finansal yükle karşı karşıya kaldı.

AB içerisindeki tıkanıklık, kısa sürede çözülebilecek gibi durmuyor. Zira kaynağı virüsten çok daha öncesine dayanan kriz hâli, AB’nin, özellikle Almanya gibi başat aktörlerinin iddialarının aksine bir dayanışma değil, çıkarların sürekli çatıştığı emperyalist bir ittifak olduğunun kanıtı. Koronavirüs sadece “birliğin” esas karakterinin ortaya çıkmasını kolaylaştırdı.

Rusya ve Çin sahnede

Çin’in salgın esnasında izlediği politika en başta batı medyası tarafından “otoriterlik deneylerinin” bir parçası olarak lanse edilse de, salgının kısa süre sonra diğer coğrafyalara sıçramasıyla yöntemlere dair bu eleştirilerin yerini sessizlik aldı. Çin katı önlemler uygulayıp başarılı sonuçlar alırken bir yandan da özellikle ABD tarafından bırakılan boşlukları doldurarak dış politikadaki etki alanını genişletmeyi ihmal etmedi. Rusya’nın da özellikle yakın coğrafyalarına ardı ardına ulaştırdığı tıbbi malzemeler, Kuzey Makedonya’nın NATO’ya katılmasının önemini arttırdı. Hemen ardından gelen Gürcistan ile işbirliğini arttırma ve ortak tatbikat açıklamalarını da buraya ekleyebiliriz. Dün Rus kaynaklar, Birleşik Devletler Donanması’na ait bir geminin bu yıl ikinci kez Karadeniz’e girdiğini açıkladı.

Rusya ve Çin tarafından Balkan ülkelerinin yanı sıra merkez Avrupa ülkelerine de ulaştırılan solunum cihazı, maske, koruyucu önlük gibi malzemeler şüphesiz kamuoyundaki Avrupa Birliği eleştirilerini yoğunlaştırdı. Özellikle AB merkezli düşünce kuruluşları ve medya organları yoğun şekilde bunun bir “komünist stratejisi” olduğunu hatırlatmaya başladı. 

Örneğin İtalyan Gazetesi La Stampa’da yayınlanan bir makale, Rusya’dan gönderilen yardımların yüzde sekseninin arızalı ve işe yaramaz olduğunun iddia ediyordu. İtalya Dış İlişkiler Enstitüsü Direktörü Nathalie Tocci ise İngiliz gazetesi Guardian’a verdiği röportajda “İtalyanlar’ın AB hakkında düşünceleri Çin ve Rusya’nın yaptıklarından çok Avrupa’nın ne yaptığıyla ilgili” diyerek kamuoyunda yönetilmeye çalışılan AB algısını açıkladı.

Rusya ve Çin’in, iyi niyetten ziyade emperyalizmin doğasına uygun biçimde kendi yayılma gündemleriyle hareket ettiği açık. Ancak yine de oluşan tablo bize, bu ülkelerin geçmişindeki sosyalist deneyimlerin bugüne bilimsel veriler doğrultusunda davranma ve örgütlü hareket etme kabiliyetini miras bıraktığını gösteriyor.

Elbette AB ve ABD’nin bu kadar aciz görünme sebeplerinden birini de karşı devrimlerin üzerinden neredeyse otuz yıl geçmiş olmasına rağmen her kritik virajda “anti komünist histeri” dışında argüman üretemeyen burjuva ideolojisinde aramak zorundayız. Belli ki emperyalizmin geçmiş dönem efendileri, kurşunlarını yalnızca iktisadi alanda tüketmedi.

Trump’tan geç önlem, erken fırsatçılık

Pozitif vakaların ABD’de yükselmeye başlamasıyla Trump hükümetinin önlemler almaya başlaması hemen hemen aynı tarihlere denk geliyor. Dünyanın en büyük ekonomisine sahip olan ABD, salgına karşı ilk hamlelerini diğer ülkelere ulaşması gereken yardım ve malzemeleri gasp ederek yaptı. 

Fransa mart sonunda tek günde gelen 499 ölüm haberiyle salgının o güne kadarki pik noktasını yaşadı, ancak Çin’den sipariş edilen 60 milyon maske, kendisine daha cömert bir alıcı buldu: ABD. Bankok ve Tayland’da Almanya için üretilen maskelere de el koyan Trump Hükümeti, Alman yetkililer tarafından “modern korsanlar” olarak tanımlandı. Fransa’nın sipariş ettiği maskeleri, ürünleri dahi görmeden iki katı ücret ödeyerek satın alan ABD’nin tıbbi materyal edinmeye dönük bir diğer stratejisi ise Trump’ın sosyal medya üzerinden büyük otomotiv tekellerine solunum cihazı üretmesi için salvolar savurmasıydı.

ABD’nin, görülen ilk vakaların hemen ardından salgının yeni merkezi haline gelmesi ve tamamıyla özel şirketlerin kârına odaklanan sağlık sistemi, virüs karşısında oluşan çaresiz görüntüyü güçlendirdi. ABD vatandaşı birçok işçi, özellikle de işçi sınıfının en yoksul kesimini oluşturan göçmen işçiler açıkça kendi kaderlerine terk edildi.

Belirtmeden geçmeyelim, mart ayındaki kamuoyu yoklamalarına göre vatandaşların Avrupa’daki yöneticilerin (Boris Johnson da dâhil olmak üzere) kriz yönetimine güveni arttığı  görülse de, Trump’ın karnesi negatifte seyretmeye devam ediyor. Bu resmin kendisi, emekçilerin karşı karşıya kaldığı ağır faturanın ürünüyken örneğin Birleşik Devletler Donanması’na ait Roosevelt Gemisi’nde yüzlerce enfekte askerin olduğunun ortaya çıkması gibi skandalların da etkili olduğu aşikâr.

Ülke içerisinde salgına karşı Çin ve Rusya’ya nazaran çok daha zayıf bir görüntü veren ABD, yurtdışındaki ambargo politikalarını ise ağırlaştırarak sürdürdü. Uluslararası alanda dayanışma, insani yardım gibi söylemlerin öne çıktığı dönemde ABD’nin Küba ve Venezuela’ya dönük ekonomik kuşatmayı arttırması, İran’ın IMF’den alacağı acil durum kredisinin önüne geçmesi gibi eylemler bir yandan emperyalizmin asli kimliğini ortaya koyarken bir yandan da ABD’nin öngöremediği bu krizle birlikte uluslararası alanda saldırganlık politikasını şiddetlendirerek sürdüreceğinin işareti.

NATO bu krizin neresinde duruyor?

Esasında bu alt başlıktaki soru, uluslararası kamuoyu tarafından gerçekten de dillendirilmeye başlandı. Yazının başında Stoltenberg’den bir alıntı yapmıştık. Ancak öncelikle ABD’nin emperyalist devletler arasında dahi egemen hâle gelen “küresel dayanışma” söylemiyle taban tabana ters eylemlerinin, NATO’nun imajını da sarstığını belirtmek zorundayız. Kuşkusuz örgütün en büyük askeri ve ekonomik unsuru olan ABD, attığı her adımla NATO’nun da suçlamaların doğal bir muhatabı hâline gelmesini sağlıyor.

Stoltenberg bunun farkında olacak ki bir süredir Rusya ve Çin’in demokratik ittifakın altını oymaya uğraştığını iddia ediyordu. Ağustos başında Yeni Zelanda’da verdiği bir demeçte “Rus cesaretinin kurulu düzen için tehdit” anlamına geldiğini söyledi. Gözdağı stratejisine uygun olarak NATO, olağanüstü kriz gerçekleşmeseydi, faşizmin yenilgisinin 75. yılına nazire yaparcasına, geçtiğimiz aydan itibaren Rusya sınırında tarihteki en büyük gövde gösterisini gerçekleştiriyor olacaktı. Ancak dünyayı sarsan kriz, NATO’nun Rusya ve Çin’e dair “endişelerini” haklı çıkardı.

Önce ABD’nin saldırgan tutumu sayesinde NATO ülkeleri arasındaki koordinasyon eksikliği gözler önüne serildi. Bir önceki başlıkta belirttiğimiz tartışmaların, çelişkileri derinleştirmekten ötesini işaret ettiği ortada. NATO’nun Çek Cumhuriyeti’ne, Fransa’ya, İtalya’ya inen onlarca Rus ve Çin uçağına karşı üretebildiği tek yanıt, üye ülkelerin yaptığı kısıtlı yardımları işaret etmek oldu. Örneğin geçtiğimiz gün Stoltenberg, ön bilgilendirme toplantısının neredeyse yarısını Türkiye’nin Balkanlar’a, İtalya’ya ve İspanya’ya gönderdiği yardımlar için teşekkür etmeye ayırdı. Sanıyorum durumun çaresizliğini özetlemek için bu örnek yeterli.

Martın sonundan beri ABD'li analistler ve yetkililer hem Trump yönetimini hem de NATO’yu, alarmın çanları konusunda uyarmaya başlamıştı. Geçtiğimiz günlerde Business Insider’a konuşan eski ABD Bürokratları, “Bu kriz esnasında dünya gücü olmayı başaramadığımız görüldü, insanlar bunu hatırlayacak.” dedi. Birleşik Devletler think tank’leri, NATO’nun ülkeler üstü bir yapı olduğunu, koordinasyon ve uygulama kapasitesiyle yarışabilecek herhangi bir ordu olmadığını hatırlatıyor ve harekete geçilmesini öneriyor. Ancak görünen o ki AB içerisindeki çatlaklar ve ABD’nin salgın politikası, NATO’nun salgınla mücadelede Çin veya Rusya benzeri bir imaj yaratmasına müsaade etmeyecek.

Pandemiden Sonrası

Pew Araştırmalarına göre NATO’nun Fransız halkı arasında onaylanma oranı 2009’da yüzde 71 iken geçtiğimiz yıl yapılan araştırmada 49’a düştü, Alman’lar için bu oran yüzde 73’ten 57’ye, İspanya’da ise 56’dan 49’a geriledi. Bugünden itibaren çok daha hızlı düşmeye devam edeceklerini söyleyebiliriz.

“Bu pandemi, yalnızca hükümetimizin insanlarımızı korumaktaki beceriksizliğini değil, aynı zamanda diğer uluslara karşı insanlıktan nasibini almadan davrandığını da gösterdi.”

Bu sözler ise ünlü yönetmen Oliver Stone’a ait. Şüphesiz ABD ve NATO’nun insaniyet karnesini çıkartmak için pandemiyi beklemeye gerek yoktu, ancak bu seslerin ülke içerisinden de yükseldiğini göstermek açısından önemli. Hatta NATO’nun Suriye’deki sağlık sistemini neredeyse doğrudan çökertmiş olması, bugüne dek aldığı binlerce hayatın yanında salgında kaybedilenler için de fail olmaya devam edeceğinin ispatı.

Bu yazının yazıldığı esnada 30 NATO üyesi ülkenin savunma bakanları, Türkiye’den de Hulusi Akar’ın dâhil olacağı bir telekonferans gerçekleştiriyor olacak. Toplantının ana başlığı, salgına karşı NATO ülkeleri arasındaki yardımlaşmayı arttırmak. Ancak bugünden söylemek mümkün ki NATO’nun, diğer tüm emperyalist ittifaklar gibi halklar nezdinde aklanması artık mümkün değil.

Pandemiden sonra dünyada zamanın daha hızlı akmaya başlayacağı açık, emperyalizmin iç çekişmelerinin şiddetle artacağı öngörülebilir. Ancak en önemli soru şu, işçi sınıfı bu çatışmanın bir izleyicisi olmaya devam mı edecek, yoksa emperyalist terörden hesabı kendisi mi soracak?