Siyonistler ve emperyalistler Filistinlileri, tabii hepimizi, insan saymamaktadır. İnsan olmayanın ise bir vatan ihtiyacı yoktur.

Siyonist

Meclisi Mebusanda bütçe görüşmesi vesilesiyle, 1911’de, Siyonizm tartışması çıktı. Mebuslardan bazıları, Siyonistlerin rüşvetle veya tehditle, Osmanlı yöneticilerini Filistin’e Yahudi göçü konusunda ikna etmeye çalıştıkları kanısındaydı. İddialarına göre Osmanlı Devleti’ne borç veren yabancı bankaların çoğu da Siyonizm’in destekçisiydi. Örneğin, İngiliz Yahudi bankeri Ernest Joseph Cassel bütün varlığını Osmanlı topraklarındaki bankacılık uğraşlarından edinmiş, bu varlık kendisine “Sir” unvanını kazandırmıştı. Halen İstanbul İngiliz Ticaret Odası başkanıydı. Alman Yahudisi Banker Baron Hirsch varlığını Osmanlı’da uyguladığı tahvil spekülasyonundan elde etmişti. Bu ünlü bankacı aynı zamanda “Yahudi Kolonizasyon Derneği”nin kurucusuydu. Vaat edilmiş toprakları Arjantin’de bulmuşlardı. Hirsch, Osmanlı’yı dolandırarak kazandığı paralarla Arjantin'e Yahudi göçlerini finanse ediyordu. Osmanlının budala yöneticilerini ikna ediyorlar, onların yol vermesiyle devleti soyuyorlar, bu yolla edindikleri servetin bir bölümünü bir Yahudi devleti kurulması için kullanıyorlardı. Üstelik Osmanlı Türkiye’si de o plana dahildi. Tanrının seçilmiş kulları olan Yahudilere ne vaat ettiğini kim bilebilir? 

Mebusan Meclisindeki o tartışma dönemin hayhuyu içinde unutuldu gitti. O tarihten bu yana, Türkiye, Siyonist proje ile “iltisaklı”dır. Siyonizm’i Türkiyesiz düşünemeyiz.  

Yalçın Küçük bu bağlantıyı şöyle özetlemişti vaktiyle; “İsrail ile Türkiye arasında metres ilişkisi var.” Haliyle, İsrail’in kuruluşunda da katkımız büyüktür. 1948’de “İsrail Bağımsızlık Bildirisi”ni okuyan İsrail'in ilk başbakanı Davut Ben Gurion eğitimini İstanbul’da tamamlamıştı. Ortalıkta henüz bir İsrail Devleti olmadığına göre kendisini Osmanlı saydığını da tahmin edebiliriz. İkinci Cumhurbaşkanı İshak Ben-Zvi İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunuydu. 1897 yılındaki Siyonist kongresinin organizatörlerinden biri olan babası, 1952’de, Knesset tarafından “İsrail Devleti'nin babası” olarak taltif edildi. Aile İsrail için o kadar önemlidir. İsrail’in ilk Dışişleri Bakanı Musa Şaret İstanbul’da okudu, Osmanlı ordusunda subaylık yaptı, Çanakkale’de savaştı. İsrail kurucuları Osmanlılardır.  

“Panislamist” Abdülhamit’e de borçları var. Hamit, İsrail devletinin kuruluşunu finanse eden Rothschild ailesi üyeleriyle defalarca görüştü, borç aldı, aile üyelerine birçok defa nişan taktı. Rothschildlerin, Filistin'de kurdukları ilk koloniler onun rızasıyla mümkün oldu. 

Sonra efsaneler uydurdular. Siyonizm’in kurucusu Theodor Herzl görüşme talep ettiğinde reddetmiş ve “benim Filistin’de satacak toprağım yok” demişti güya. Herzl, İstanbul’a 1896 Haziran’ında geldi, Sultan Hamit, dedikleri gibi, görüşmeyi kabul etmedi. Ama bir hafta sonra gazeteci kimliğiyle Sadrazam Halil Rifat Paşa ile “Filistin sorunu”nu görüştü. Haziran sonunda Saray Herzl’e “Mecidiye Nişanı” verilmesine karar verdi! 1901’de tekrar Abdülhamit’in huzuruna çıktı. Sultan ona, “Ben daima Yahudilerin dostu olmuşumdur, daima da öyle kalacağım. Gerçekten ben sadece Müslümanlara ve Yahudilere dayanmaktayım. Diğer tebaam hakkında aynı emniyeti besliyorum diyemem” dedi. İmparatorluğun bütün sınırları Yahudilere açıktı. Ayrıca Herzl’e ikinci kez “Mecidiye Nişanı” verilmesine karar verdi. Siyonizm’in kurucusu Herzl bir Osmanlı kahramanıdır.

Bir sonraki “iyi ilişki” dönemi yine bir sağcı iktidara, Adnan Menderes dönemine denk geldi. İsrail Başbakanı Ben Gurion’un uçağı 1958 yılında gizlice Ankara’ya indi ve o ziyarette Menderes ile gizli bir ittifak yapıldı. 1996’da Necmettin Erbakan’ın Başbakan, Tansu Çiller’in yardımcısı olduğu dönemde bu ittifak yeni bir anlaşmayla perçinlendi. Yeni anlaşma askeri ve istihbari pek çok alanda derin ilişkiler öngörüyordu. “Gizlidir” ve kapsamını bilemiyoruz. 

Tayyip Erdoğan sık sık İsrail yöneticilerine hakaretler yağdırıyor, malum. Fakat askeri anlaşmalarımız hakaretlerden hiç etkilenmiyor, kesintisiz sürüyor. Örneğin, birkaç gündür Gazze’yi bombalayan uçakların yakıtı Azerbaycan’dan yola çıkıp Türkiye’yi boydan boya katederek İsrail’e akıyor. İlişkilerin seyri ne olursa olsun vanayı kapatmaya kalkmıyor kimse. Türkiye’nin sağcı-dinci siyasileri İsrail’e ne kadar küfür ederse ilişkileri o kadar iyi tutuyor. Metres ilişkisinden kasıt budur, her kavganın sonunda mutlaka yatak var! 

***

Şöyle tarif edelim Siyonizm’i; İsrail sınırları belli olmayan, haritasız bir ülkedir. Mevcut sınırları gerçekte fiili sınırlarıdır. “Vaat edilmiş ülke” diye adlandırdıkları “teorik” sınırları var bir de. O teoriye dayanarak ve ABD’nin inayetiyle Filistin topraklarını işgal ve ilhak ederek sürekli genişliyorlar. Bu genişlemede önde gelen bölgesel destekçileri Körfezin Petro-Dolar şımarığı Müslüman ülkeleri, tabii, Mısır ve Türkiye. Bunlar birleşip Suriye’yi düzlemek için kiralık cihatçılarla sefere çıktıklarında da en büyük desteği İsrail’den aldılar. İsrail, “Müslüman müttefikleri” pes edip çekilmesine rağmen hâlâ Şam’ı bombalayıp duruyor. Son “tufan”dan sonra da yaptı bunu. Karşılığında o Müslümanların göz yummasıyla on yılda bir sınırlarını genişletiyor. 

Peki vaat Filistin’de bitiyor mu? Hayır tabii. Yahudi tanrısı küçük küçük toprak parçalarıyla neden uğraşsın. Aslı Türkiye topraklarını içerecek kadar geniştir. 

1976’da yapılan Siyonizm ve Irkçılığa İlişkin Uluslararası Sempozyum’un sonuç bildirisinde şöyle deniyor; “Siyonizm, yalnız sistematik bir ideoloji değil, Yahudi olmayanlara yönelik sistematik bir ırk ayrımı bütünüdür. Siyonizm, İsrail’in kuruluşunun siyasal felsefesi, güncel ve geçmiş siyasal pratiğinin temeli olarak kurumlaşmış ve devlet biçimine dönüşmüş ırkçılıktır.” Bunu teyit eden, bir de Birleşmiş Milletler Genel Kurulu kararı var. BM Genel Kurulu, 1974’te, Siyonizm’i “bir tür Irkçılık” olarak mahkûm etmişti. Sonra ABD koştu yetişti, karar iptal edildi. Demek ki Siyonizm’i, ABD’siz ve Türkiyesiz düşünemeyiz. Kaynağında ABD, hedefinde Türkiye var.  

***

Irkçılık, sanılanın tersine, Avrupa’nın kucağında büyüdü. Batılı, dünyaya yayılıp daha fazla bölgeyi işgal ettikçe “beyaz adamın” üstünlüğüne daha fazla inanmaya başlamıştı. Beyaz adam üstün bir ırktı. Başlangıçta onun “saf halini” temsil eden Almanlardı, sonra Fransızlar öne çıktı, pozisyonlarını kaybeden Almanlar kendi kültürlerinin aşağılanmış olduklarını düşündü. Irkçılığın en katı biçiminin bu ülkede boy vermesi, en saf olanın aynı zamanda en geride kalmış olmasından kaynaklanıyordu. Irkçılık tüm Batı’nındı, Nazizm yalnızca onun en saf haline işaret ediyordu.

Siyonizm de bir 19. yüzyıl hareketidir. Beslenme kaynağının, içinde geliştiği Avrupa emperyalizmi olması bizi şaşırtmamalıdır. Ulus-devlet, ırkçı-milliyetçiliğin üstünde gelişiyordu ve nüfuz ettiği hemen her yerde yeni ırklar ve yeni milletler keşfediliyordu.

Bir ırkçılık türevi olarak “Türkçülük” de, aynı zaman diliminde şekillenmiştir. Bütün ırkçı-milliyetçi akımlarda olduğu gibi sancılı ve kuşkulu bir doğuştu bu. Kozmopolit bir imparatorlukta, yeni bir millet yaratmanın bütün yıkıcılığı ile ilerledi. Siyonizm’le bulaşık doğmuştur. Sonuçlarını hala tartışıyoruz.

“Türkçülük”ü iki isme, Fransız Yahudisi Leon Cahun ve Macar Yahudisi Arman Vambery’ye borçluyuz. İkisi de yazdıklarında ısrarla Orta Asya’ya işaret etti, Türklerin kökeni oralarda bir yerdeydi. Cahun’un “Asya derinliklerinden gelen savaşçı ruhlu barbarlar” teorisi tek başına Türk ırk teorisini beslemeye yetmiştir. Vambery de tıpkı Cahun gibi Türklerin köklerine merak salmış, derviş kıyafetleri ile Orta Asya’ya gidip gelmiş, bu arada Türkçe ile Macarcanın akrabalığını keşfetmişti. Slavlarla Cermenler arasında kalan Macar aydınları kendilerinin Atilla Hunları ile aynı kaynaktan olduğuna karar vermişler ve bu keşif üzerine bir de “Turan Cemiyeti” kurmuşlardı. 1913 yılından itibaren Turan adını taşıyan bir de dergi çıkardılar. Bize oradan bulaşmıştır. 

Tabii bunları sadece kişisel merakla açıklayamayız. O tarihte dünya Yahudilerinin yaklaşık yarısı Rusya topraklarında yaşıyordu ve Rusya’da Yahudilere pek iyi davranılmıyordu. Köylerinin basılıp toplu halde öldürülmeleri sıradanlaşmıştı. Rus ayısının durdurulması arka bahçesinde bir yangın çıkarılmasına bağlıydı. Arka bahçede ise sadece Türkler vardı. 

Vambery, Orta Asya gezilerinde öğrendiklerini İngilizlerin hizmetine vererek, unvanları arasına bir de “İngiliz casusluğu”nu ekledi. Rusları, bir de, İngilizler durdurabilirdi. Dolayısıyla, bu iki Türk tarihi meraklısının “siyasal misyonları” da vardır. Vambery, 1901’de Theodore Herzl’le birlikte Abdülhamit’in huzuruna çıkanlar arasındaydı. Demek ki Türk ırkçılığını da Siyonizm’den ayrı düşünemeyiz. 

İdeologları, militanları, bankaları, bankerleri, örgütleri, okulları, uluslararası ilişkiler uzmanları ile Filistin’i almak için Osmanlı’ya yüklendiler. Rastlantı veya değil, hem sultanın, hem de onun istibdadının devrilmesi Siyonizm’in yükseliş dönemine denk geldi. Tersinden söyleyelim, bugün İsrail diye bir devlet varsa, varlığını hem Osmanlı’nın varlığına hem de Osmanlı’nın yıkılmasına borçludur. 

Osmanlı devri kapandığında Filistin topraklarında artık bir Siyonizm sorunu vardı. Her yanda Siyonist koloniler kurulmuş, İngiliz ve Fransız emperyalizmi için bölgede yeni bir ileri karakol oluşmuştu. İngilizler, Filistin’de kuracakları bir Siyonist devlet aracılığıyla Süveyş Kanalı üzerinde kontrol kurmak için harekete geçmişti. Sonra Amerikalılar geldi ve İngilizleri bölgeden çıkardı. Artık ABD’nin kontrolünde olan Birleşmiş Milletler, 1947’de toprağın yüzde 5,7’sini elinde bulunduran Siyonistlere ülkenin yüzde 57’sini öneriyordu.

***

Filistin sorunu, demek ki, bugünün sorunu değil, derin tarihsel kökleri var. Bir anlamda Yahudi sorununun bir türevi. Onun da Osmanlı ve Rus imparatorluklarıyla ilgili yanları var. Onlar yıkılmadan bunlar mümkün olmazdı. Topraksız bir halka, halksız bir toprak arıyorlardı, yıkıntıdaki Filistin’i gözlerine kestirdiler. Yani Filistinlileri halk ve insan saymama da bugünün meselesi değil. Siyonistler ve emperyalistler Filistinlileri, tabii hepimizi, insan saymamaktadır. İnsan olmayanın ise bir vatan ihtiyacı yoktur.

Filistin’de 1948’den bu yana süren, adım adım genişleyen işgal hareketinin arka planı bu. Geriye sadece bir Filistin hapishanesi bıraktılar. Orada Filistinliler bir açık hava toplama kampında yaşıyor. Her gün açlıkla, susuzlukla, zulümle sınanıyor. O hapishanedeki son isyan Siyonizm’in ilerlemesi açısından da bir eşiğin aşıldığını ortaya çıkardı. 19. yüzyılda ortaya çıkışından bu yana Siyonizm hiç bu kadar meşruiyet kazanmamıştı. 

Çok hoş, Ukrayna savaşı ile Nazizm’i, Filistin isyanı ile Siyonizm’i temize çektiler. Bunlar doğduğu yere, Avrupa’ya geri döndü, orada suçlarından arındı, beyazladı. Demokrasiler artık her ikisini de şefkatle kucaklıyor, bağrına basıyor. 

Karamsar olalım diye söylemiyorum, bambaşka bir şeye, aydınlık bir geleceğe işaret ediyor bunlar. Bize, ezilen halklara sosyalizmden başka çıkış yolu bırakmadılar. İnsanlık hanesinden bile sildiler adımızı. Artık bütün dünya Filistin. Devrim kelebeği bu çaresizlik nedeniyle üzerimizde uçacak.