Erdoğan'ın İdlib hevesi: Kim, ne planlıyor?

Suriye ordusunun El Kaide Emirliği'ne dönüşen İdlib'e yönelik askeri operasyonu, 'Barış Pınarı' ile başlayan yeni momente Moskova ve Şam yönetiminden gelen güçlü bir reaksiyon olarak göze çarpıyor. AKP yönetiminin Türkiye'yi yeniden ABD'nin Suriye'deki vekil gücü yapma çabalarına karşı, iki müttefik Ankara'nın Suriye'ye uzanan elini olabildiğince…

soL - Ali Örnek

Suriye yönetiminin Ocak ayında başlattığı İdlib operasyonu aslında uzunca zamandır bekleniyordu ancak bu operasyon iki defa Rusya tarafından Türkiye'yi ABD kampına itmemek için durduruldu. Önce Astana'da Türkiye, İran ve Rusya siyasi süreç için bir yol haritası belirlerken, ardından Eylül 2018'de Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ve Rus lider Vladimir Putin'in görüşmesinden Soçi Mutabakatı çıktı. Soçi mutabakatı ile İdlib bir 'çatışmasızlık bölgesi' ilan edilirken, Türkiye bu çatışmasızlığın karşılığında üç taahhütte bulunuyordu. Birincisi Türkiye, Şam ve Halep'i birbirine bağlayan M5 karayolunu ve Halep'le Lazkiye'yi birbirine bağlayan M4 karayolunu sivil trafiğine açacaktı. İkinci olarak Türkiye, desteklediği silahlı gruplarla El Kaide bağlantılı Heyet Tahrir'uş Şam'ı ayrıştıracaktı. Ve üçüncü olarak Türkiye, İdlib'ten Suriye ordusu kontrolündeki bölgelere yapılan saldırıları durduracaktı. Ancak 2 yıllık süreçte bu konuda herhangi bir adım atılmadı. Hatta Soçi'de ateşkes kapsamı dışında bırakılan ve Türkiye'nin ÖSO'dan ayrıştırması istenilen El Kaide bağlantılı Heyet Tahrir'uş Şam, İdlib çatışmasızlık bölgesi ilan edildikten sonra kentteki kontrolünü rakip cihatçı örgütleri tasfiye ederek iyice artırdı. Öyle ki Ocak ayında BM Güvenlik Konseyi'ne sunulan raporda, İdlib'in ağırlıklı olarak HTŞ ve bir diğer El Kaide bağlantılı örgüt olan Huraseddin'in kontrolünde olduğu tespit edildi. 

BARIŞ PINARI MOMENTİ
Türkiye'nin Soçi mutabakatını uygulamaması zaman zaman Rus yetkililer tarafından dile getirilse de, ne sahada ne de diplomasi arenasında Rusya, Türkiye'yi bu konuda sıkıştırmaya çalışmadı. Ancak tablo, Ekim 2019'da başlayan 'Barış Pınarı' sonrasında ciddi anlamda değişmeye başladı. Putin ve Erdoğan, Suriye'nin doğusundaki tampon bölgenin derinliğini tartışırken, Rus basını Moskova'nın İdlib için de planları olduğunu yazıyordu. Haberlerde, Moskova'nın Türkiye'yi İdlib'te de M4 yolunun kuzeyi ve M5 yolunun doğusundaki alana itekleyeceği iddiaları gündeme geldi. Aynı dönemde Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad İdlib cephesinde görüntülendi. Ve ardından Putin'in Şam'a yaptığı ziyarette de gündem İdlib'e yapılacak askeri operasyondu. Nihayet 9 Ocak'ta Suriye ordusu M5 ve M4 yollarını açmak ve El Kaide bağlantılı grupları Türkiye sınırındaki dağlık alana sürmek amacıyla İdlib operasyonunu başlattı. 

Sahadaki hareketliliklerin seyri nedeniyle İdlib'te yaşanan gelişmelere bakarken, ABD'nin vekil gücü YPG'yi Türkiye karşısında yalnız bırakma pahasına Barış Pınarı harekatına neden yeşil ışık yaktığını da yeniden değerlendirmek gerekiyor. 'Barış Pınarı' sonrasında, ABD'nin İran'a karşı doğrudan saldırganlık girişiminin arifesinde Türkiye'ye ve desteklediği cihatçı gruplara yeniden ihtiyaç duyduğunu ve bu nedenle Barış Pınarı ile YPG'ye verilen destek nedeniyle yaşanan krizin aşılmaya çalışıldığını söylemiştim.

Kabaca özetlemek gerekirse, Suriye'de 2014'te vekil gücü YPG'yle "IŞİD'e karşı savaş" yürüten ABD, Suriye'yi ekonomik ve siyasi olarak sürekli bir istikrarsızlığa sürüklemeyi hedefliyordu. Ancak bu planın işlemediği 2018 yılı itibariyle anlaşılmaya başlandı. Washington için daha da vahim olan nokta, Türkiye'nin YPG'ye verilen destek nedeniyle Rusya ve İran'a hem sahada hem de diplomasi alanında alan açmasıydı. İşte bu planın değişim miladı 'Barış Pınarı' oldu. ABD ayrıca, aradan çekilerek Suriye'nin kuzeyindeki YPG varlığını da Rusya'nın sırtına yüklemeyi başardı ve kendisine geniş bir manevra alanı açtı. 

SÖYLEMLER BENZEŞTİ
'Barış Pınarı'nın hemen öncesinde ve sonrasında Türkiye ve ABD arasında, Suriye konusundaki söylemlerin benzerliği ise çarpıcıydı. Örneğin İdlib'te Soçi mutabakatı uyarınca ateşkesi gözlemlemek amacıyla kurulan Türk gözlem noktalarının niteliğiyle ilgili Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu'nun Ağustos 2019'daki şu sözleri oldukça dikkat çekiciydi. Çavuşoğlu, "Suriye'de siyasi çözüme ulaşıldığında Türk askeri geri çekilecek" diyerek "terörle mücadele" veya "ateşkesi gözlemleme" amacıyla Suriye'de bulunduğu iddia edilen Türk askerinin esasında Suriye'de rejim değişikliği için bir şantaj aracı olarak kullanılacağını da ilan etmiş oldu. Ve hemen ardından ABD Başkanı Donald Trump'ın Suriye özel Temsilcisi James Jeffrey, "Türkiye'nin Suriye'nin kuzeybatısında olmasının kendilerince nedenleri var ancak sonuç olarak bu durum rejimi oradan uzak tutuyor" diyecekti

JEFFREY FAKTÖRÜ
Trump'ın yeni bir Suriye siyasetini izleyeceğinin ilk işareti kabul edilebilecek şey Jeffrey'in atanmasıydı. "Türkiye dostu" olarak anılan Jeffrey, Suriye'yi sürekli bir istikrarsızlık ve ekonomik yıkımın içinde tutma planına bir şekilde Türkiye'yi de dahil etmek gerektiğini düşünüyordu. Jeffrey, böylelikle Astana masasının da devrilebileceğini yani ABD'nin müdahil olamadığı bu çözüm sürecinin sabote edilebileceğini düşünüyordu. YPG ile olan ilişkilerini "taktiksel" olarak değerlendiren Jeffrey, Türkiye ile ilişkilerin "stratejik" olduğunu hatırlatıyordu. Jeffrey ayrıca Fırat'ın batısına geçmeden, Suriye'de rejim değişikliği çabalarının beyhude olduğunu görüyordu. İdlib tam da bu nedenle ABD'nin radarına girdi. Zira İdlib, Astana'yı sabote edebileceği gibi, Türkiye'yi yeniden ABD'nin dümen suyuna sokarak Fırat'ın batısına da müdahil olmanın aracıydı. 

Jeffrey'in her ziyaretinin ardından Türkiye'nin Suriye'ye yönelik tehditlerin tonunu artırması da dikkat çekici bir diğer nokta. Örneğin Erdoğan'ın ilk kez İdlib'te Suriye ordusuna karşı askeri TSK müdahalesini gündeme getirdiği 14 Aralık tarihli AKP Grubu'ndaki konuşması Jeffrey'in Ankara ziyaretinden sadece 5 gün sonraydı. Jeffrey bu ziyaretin dönüşünde havaalanında yaptığı telefon görüşmesinde "Suriye'nin kuzeyinde Türklerle durumumuz oldukça iyileşti, Ruslarla oldukça kötüleşti" derken TRT kameramının objektifine takılmıştı. Washington'dan İdlib konusunda gelen destek Türkiye'nin söylemlerinin daha da sertleşmesine ve tehdit düzeyinin artmasına neden oldu. Son olarak Erdoğan'ın Şam yönetimini Şubat ayı sonuna kadar gözlem noktalarının gerisine çekilmemesi durumunda askeri bir operasyonla tehdit etmesiyle sahada TSK ve Suriye ordusu arasında karşılıklı saldırılar yaşanmaya başlandı. Şimdi Türkiye'nin sahadaki cihatçı grupları koordine ettiği ve zırhlı araçlara varıncaya kadar ağır silahlarla donattığı görülüyor. Elbette ki, Rusya'nın kontrol alanındaki bu desteğin ABD'nin onayına başvurulmadan yapılması mümkün değil. Ancak Türkiye'nin El Kaide bağlantılı HTŞ'ye yaptığı yardımları gizlemeye bile gerek duymaması, özel bir değerlendirmeyi hak ediyor.

CİHATÇILARA TOPYEKÜN DESTEK
Erdoğan 29 Ocak'ta yaptığı açıklamalarda İdlib'te savaşanların terörist değil, topraklarını savunan direnişçiler olduğunu savunurken, James Jeffrey sadece 1 gün sonra Washington'daki basın toplantısında HTŞ'yi şöyle tanımlayacaktı: "HTŞ terörist değil, yurtsever muhalif savaşçılar olduklarını iddia ediyorlar. Bir süredir uluslararası bir tehdit oluşturduklarını da görmedik."  Jeffrey'in 'Barış Pınarı' operasyonu sırasında Türkiye destekli ÖSO güçlerinin katlettiği Kürt siyasetçi Hevrin Halef'in ABD Dışişleri Bakanlığı'nca kınanmasını engelleyen kişi olduğu da daha önce basına yansımıştı. Çarpıcı olan husus, Jeffrey'in bu grupların ileride ABD'ye lazım olabileceğine dair bir gerekçe sunmasıydı

Bu hususta bir diğer noktayı da hatırlatmak gerekiyor. Aslında hem Erdoğan'ın hem de Jeffrey'in sözleri HTŞ Emiri Culani'nin İdlib operasyonu öncesinde yaptığı enteresan röportajı anımsatıyor. Culani söz konusu konuşmasında öncekilerin aksine hiçbir mezhepçi veya radikal islamcı söylemi dile getirmezken, "Rus ve İran işgaline karşı savaştıklarını" söylüyordu

PEKİ FATURA?
Ancak ABD-Türkiye yakınlaşmasında kaçırılan bir diğer detaysa YPG ile olan ilişkilerin hala devam etmesi. Nitekim ABD yönetimi, YPG'nin omurgasını oluşturduğu SDG'ye yönelik 200 milyon dolarlık bütçe ayırdığı gündeme gelmişti. Fırat'ın batısında Türkiye ve doğusunda da YPG ile çalışmaya devam etmek isteyen Washington yönetimi, İdlib'i sadece Rusya-Türkiye ilişkilerini sabote etmenin bir aracı olarak görmüyor. İdlib'te Erdoğan'ın köşeye sıkışması, ABD'nin uzunca zamandır istediği YPG-Türkiye görüşmelerinin de başlaması için uygun bir fırsat sunuyor. Trump'ın Erdoğan'a yolladığı mektupta yer alan hakaretler, mektubun içeriğinin geri planda kalmasına neden olsa da ABD'nin perspektifini içeren önemli noktaları barındırıyor. En çarpıcı olanı Trump'ın YPG lideri Mazlum Kobani'nin görüşmelere hazır olduğunu Erdoğan'a aktarması. Ve ABD'nin bu isteğinden vazgeçtiğini gösterecek hiçbir adımı olmadı. YPG'nin de İdlib konusunda sessizliğe bürünmesi ve Mesud Barzani bağlantılı rakip Kürt partilere siyasi faaliyet yürütme izni vermesi gibi Türkiye'nin suyuna gitmesini bu noktada not etmek gerekiyor. 

RUSYA 'BEKLE GÖR'DE
Elbette ki, 2015'te Suriye sahasına doğrudan müdahil olan Rusya için İdlib kolay bir sınav değil. Moskova yönetimi bugüne kadar bir yandan Türkiye'yi Astana'da tutmaya çalışırken bir yandan da Erdoğan'ın dillendirdiği askeri harekata karşı kararlı bir duruş sergiledi. Rus uçakları hala Türkiye'nin yoğun olarak silahlandırdığı grupları aralıksız hedef alırken, İdlib hava sahasını Türk uçaklarına açılmış değil. Moskova yönetimi son olarak Kremlin Sözcüsü Dimitri Peskov aracılığıyla Türkiye'yi saldırılara son vermeye çağırdı. Ancak Rusya henüz kesin bir hamle yapmış değil. Bunun en önemli nedeni Moskova'nın Türk-ABD ilişkilerinin varabileceği noktayı belirleyebilmek adına bir çeşit "Bekle gör" politikası izlemesi. Elbette ki Rusya'nın 5 yılda edindiği kazanımları terk etmesi ve NATO'nun Türkiye vasıtasıyla Fırat'ın batısına yani kontrol bölgesine geçmesini engellemeye çalışacağı aşikar. Ancak bunun sahadaki adımlarını görmek için henüz erken.