Kamptan firar etmeyi göze alabilmiş, böylece müftülükten aydınlığa terfi etmiştir. Kim ne derse desin, bundan böyle aydınlanmamızı Turan Dursun’suz düşünemeyiz. 

Turan Dursun aydınlığında

Gezi Parkı hocası, bizim için böyle, İhsan Eliaçık, bilmediğim bir nedenle Turan Dursun ve Arif Tekin’i koydu hedefe. Özellikle Turan Dursun’a çok yakışıksız bir biçimde saldırdı. “Müftülükten maaş alıyordu, meslekten atılınca para kaynağı kesildi, ateist oldu” dedi. Yani çıkarı için dinden göründüğünü ima etti. Halbuki Turan Dursun müftüyken de ateistken de inançlı bir insandı. Öyle ki oğlunun adını Abit, tapan-kul olan, koymuştu. Sonra bu kesin inancıyla hesaplaşmaya koyuldu. Din içinde bir yol aramıyordu, bütünüyle dışına çıkmıştı, kendisi gibi herkesin bu kıskaçtan kurtulmasını istiyordu. Bunun için yazmaktan başka çaresi yoktu. 

Turan Dursun inançta ısrar edenlere hiçbir zarar vermedi ama onun dinde çıktığını düşünenler, 4 Eylül 1990’da, arkasından yaklaşarak, demek ki kalleşçe, öldürdü. İhsan Hoca kabul etmese de yarısını polisin alıp götürdüğü eksikli “Kuran Ansiklopedisi” bir tür “meal”dir. Bizdeki karşılığı, “Kuran’ın harfiyen değil mana ve mefhum bakımından tercümesi”dir. Demek ki bir metin yorumlaması, hermenötik, ile karşı karşıyayız. Eninde sonunda teorik ve metodolojik bir iştir bu. Metninin sizi götürdüğü yere gidersiniz, ortaya çıkan şey artık metnin yeni bir anlamıdır.

Turan Dursun mealinde, metnin baştan sona uydurmacadan ibaret olduğunu söylüyor. Tuhaf, aslında İhsan Eliaçık da benzer bir sonuca varıyor. Metinde söylenenlerin, yorumlamadan önce, bir değerinin olmadığını, hatta söylenenlerin tam tersinin cari olduğunu iddia ediyor. Haliyle burada da Turan Dursun mealinde olduğu gibi yoruma tabi tutulan metin hükümsüzleşiyor. Ortalıkta belirgin, herkesin üzerinde anlaşacağı bir kural yoksa, bir sınır yoksa, şeriat yok demektir. E bu durumda dine de gerek yoktur. Herkesin istediği gibi yorumlayabildiği bir metin yok hükmündedir. Hermönetik teorik ve metodik bir iştir, böyle bir gevşekliğe izin vermez. Dinden yola çıkmıştır ama artık felsefenin de dallarından biridir, mantıksız düşünemeyiz.

Burada “içeriden” din tartışmak niyetinde falan değilim. İhsan Hoca meale dayanarak yeni bir din tarif ederken peygamberlik iddiasında utangaç davranıyor. Olabilir. Ama sonuçta duygum şu; bize ne? Üstelik, bir mehdi arasaydım tercihimi Hasan Mezarcı’dan yana kullanırdım. Hem Mesihlik iddiası var hem de yeterince radikal. Metni düzeltmeye çalışmıyor haliyle, tereddütsüz iptal ediyor. Din zaviyesinden çok devrimci bir yaklaşımdır.

“Benim sevdiceğimde din var iman yok…” Bir Antakya türküsüdür bu. Din ayrı, inanç ise hep olur, dini bir kavram değildir. Yeri geldiğinde ateist de sosyalist de bilinmesi gerekeni bilmek, inanması gerekene inanmak durumundadır. Her birimiz yıldız tozlarından ibaretiz, evrenin sonsuz gücüne ve insanın sınırsız iyiliğine inanıyoruz, yeterlidir. 

***

Turan Dursun bir çürümeye karşı durduğu için öldürüldü. Onun öldürüldüğü yıl, faili meçhul cinayetlerde bir patlama olmuştu. İki hedefi vardı katillerin. İlki isyancı Kürtlerdi. İkincisi yürürlükte olan İslamileştirme-dinselleşme politikasına karşı çıkan laik aydınlardı. Işığı söndürüp o karalıkta halkı-ülkeyi çürütmek istiyorlardı. 

33 yıl geçti üzerinden. Halkı çürüttüler, ülke çürüyor. Ülke çürürken akıl ve beden sağlığını korumak kolay değil. Saçma sapan bir gündem, o gündemin içinde debelenen saçma sapan insanlar. İyi ve güzel olanı, yüce ve geliştirici olanı, bizi entelektüel olarak tamamlayanı ıskalıyoruz haliyle. Sanata, müziğe sıra gelmiyor. Büyük insanlık ailesi ayın kutuplarında dolaşıyor o sırada, Mars’ta uçuş denemeleri yapıyor. Kızıl Gezegenin büyüleyici yüzeyinden videolar yayımlanıyor her gün. Yeryüzünün milyarlarca kilometre uzağında dönüp duran bir kayalığa olağan bakışlar atma fırsatımız var ilk kez. Biz ise AKP ile, AKP artıkları ile, yönünü kaybetmiş CHP çöpleriyle, hadsiz ulema karikatürleriyle, altıncı yüzyılın kabile kültürüyle uğraşıp duruyoruz. Oysa durmak, soluklanmak, sanata ve hayata, tarihe ve felsefeye zaman ayırmak gerek. Işığa dönmek gerek…

Dinle ilgili uğraşlarımız bir mecburiyete karşılık geliyor. Yazmak, üzerimize boca edilen karmakarışık yığını tasnif etmek zorunda kalıyoruz. Benim “Din ve Devrim” bu zorunluluğun bir ürünü. İçinde Turan Dursun’dan esinlenmeler var. Artık aydınlanmamızı Turan Dursun’suz düşünemeyiz. 

***

Ama biz Turan Dursun’dan da farklıyız. Dışarıdan bakıyoruz soruna, içeride bir tarafımız, bir tutumumuz yok. 

Tabii işin “pratik” yanı var. Profesyonel gazeteciyken, çok sık kovulurdum, İşsizliğin yükü ağırdır ama çalışma ücretli çalışmadan ibaret değil sonuçta. İşsizlik zamanlarım daha çok çalıştığım zamanlar oldu haliyle. Kitaplarla uğraşma işini o kovulmalara borçluyum. Güncelin yükünden kurtulduğum, felsefeye, tarihe, bilime zaman ayırabildiğim mutla zamanlarımdır.

O kovulma zamanlarının ürünü olan iki “dini” kitabım var. Önce gelen “Öteki İslam” 1990’lı yılların ilk yarısında. Devletin toplumu İslamileştirme politikasını tartışıyordu, güncel uçları vardır. “Din ve Devrim” ise daha teoriktir; “Düşmüş mahrumlara ve düşmüş mahrumları ayağa kaldırmak için dikine yaşayan adı bizde saklı o eski adamlara” ithaf edilmiştir. Bu Eflatun’un bir sözüne gönderme. Eflatun, “Kritias” adlı kitabında alt sınıfların, kuşaklar boyunca yaşamak için gerekli olan şeylerden mahrum kaldıkları için, bütün uğraşlarını bu şeyleri karşılamaya adadıklarını ve bu yüzden geçmiş zamanlarda olup bitenlere ilgi duymadıklarından söz eder. Bu durumda? Efsanelerin veya eski şeylerin araştırılması şehirlerde ancak boş vakit ortaya çıktığı zaman, bazı kimseler ancak doğal zorunluluklardan azat oldukları zaman mümkün olabilir. Bilginin, bilimin çıkmazıdır bu; bilgiyi sınıfsal kılan işte tam da budur. Bilgili insan boş zamanın ürünüdür, boş zaman ise fiili çalışmadan azade olmayı gerektirir. Boş zamanı o insanlara kim sağlıyorsa bilginin sahibi de o demektir. Yine de bir takım eski insanlar, bu çıkmazın içinde bilgiyi yoksullara, ezilenlere taşımaya çalışmıştır. Dikine yaşayan o eski adamlar işte onlardır. Turan Dursun’u onlardan sayıyoruz, bilimi veya bilgiyi yoksullara taşımak isterken yitirdik. 

Bu gereklilikten bir de “Aydınlanma Tarikatı” doğdu. Aydınlanma Tarikatı, tam tersi bir kanı olmasına karşın, felsefenin henüz din ile bağını koparmadığını iddia ediyordu.  Felsefenin seküler bir bilgi alanı olduğu iddiası daha çok Aydınlanma dönemine dayanmaktadır. Halbuki Aydınlanma, mistisizmin çocuğudur; kökenlerinde pagan inanışlar, Gnostisizm ve elbette Hermetizm var. Buruno, kilisenin dogmalarına itiraz ettiği için değil, kilise için çok tehlikeli olan pagan inanışları savunduğu için yakıldı. Hıristiyanlığın, Mısır dininin bir yanlış anlaşılmasından ibaret olduğuna inanıyordu ve “Güneş Tanrı”nın, Aton-Adon-Adonay, izinde olduğunu saklamıyordu. Bütün Aydınlanmacılar böyledir; inançlarının gereği olarak evrenin merkezine Güneş’i yerleştirdiler ve Hıristiyan dogmalarına esaslı bir darbe vurdular. “Tarikat”tan kasıt da budur. Dediğim gibi, din ayrı, inanç ise her zaman var. 

***

Dindeki devrim nedir peki? Bizler, temel karakterini eşitsizlikten alan bir tarihsel dönem içindeyiz. Dini veya siyasal, bütün devrimler ezilen sınıflara kurtuluş önerir, onların acılarına son vermeyi taahhüt eder. O halde devrim mevcut durumu, insanların büyük bir kısmını acılar içinde bırakan düzeni değiştirmekten ibarettir. Bu yönde cüretli denemeler oldu ama henüz, bu insanlık sorunumuzu çözebilmiş değiliz. O yüzden din, kim bilir kaçıncı kez, bu acıları dindirme vaadiyle ezilenleri yeniden toplanmaya çağırıyor. Oysa yeniden toplanmaya çağrılan o ezilenler, eski dini çağrılardan kalan adları taşıyor. İsa’dan önce Musa var, Muhammet’ten önce İsa var, Şems var. Ve hala çağrıya uyup yeniden toplanıyorlarsa eğer başka yol bilmediklerinden, Eflatun’un deyişiyle “boş zaman”a sahip olmadıklarındandır.

Bu yoksunluk, bütün devrim girişimlerini çürüten şeydir aynı zamanda. Alıcıları böyle olduğu için, gökyüzü altında söylenmiş bütün sözler mahrumiyetin diline dönüşür, yoksullaşır. Ezilenlerin lanetidir bu; devrimini yapamamış hiçbir inanç ve hiçbir düşünce bu lanetten kaçıp kurtulamamıştır. 

***

Bilim ile bakıldığında bütün dinler senkretiktir. İstisnasız tamamı, kendinden önceki inançları harmanlayarak yeni bir inanç ortaya çıkarmışlardır. Kayıp avcı toplayıcılar var arada. Tek tanrıcı inançlardan önce, bütün tanrıları aynı inancın içinde toplama girişimleri olduğunu biliyoruz. Nemrut Dağı bu girişimin bakiyelerinden biridir. Putlar her durumda sadeleşir, geriye tek bir put kalır, tek tanrıcılığa giriştir.

Haliyle tarihçi için bir ören yeridir dini semboller, bütün geçmiş kuşakların inançlarının hayaletleridir. Kâbe ve hacer-ül esved, İslamiyet’ten önce de oradadır. Doğu kiliselerinin ikonaları, Hıristiyanlıktan önce de ikonadır. Konstantin’in emriyle Güneş günü, Sunday, Hıristiyanların ibadet günü olmuştur. Ali, kapının bekçisidir, Allah’ın aslanıdır. Mısır’da büyük tapınağı aslan vücutlu insan başlı sfenks bekler. Hepsi, aynı hikâyenin değişik versiyonlarıdır.

Haliyle dinler, dili çözülebildiğinde, şaşırtıcı biçimde dünyevidir. İslamiyet başından itibaren kavga-çekişme dini olmuştur. Muhammed’in ölümüyle başlayan iktidar mücadelesi sonrasında Hulefa-i Raşidun denilen 4 halife döneminin 4 halifesi cinayete kurban gitmiştir. Daha İslam’ın ilk asrı tamamlanmadan, siyasi çatışmalar, toplumsal hareketlenmeler ve halk ayaklanmaları yükseldi. Bu hareketlenmelerin ilk çıkış nedeni Ehlibeyte yapılan zulüm ve katliamlardı. Ezilen, hakkı yenilen ve rejime muhalif tüm kesimler, Ehlibeyt davası güden Şia ve alt fırkalarında toplandılar.

Emevîlere karşı ehlibeyt davası adına ortaya çıkan, ezilenlerle ittifak kurarak iktidarı ele geçiren Abbasiler, mazlum halkların beklentilerini gerçekleştirmedi. Halka karşı, zalim bir düzen kurdu. Tarihte ve dinde zulüm ve ölüm hep var.

Dinler dünyevi oldukları için devletlerin etkisi peygamberlerinin etkisinden fazladır. Roma, bir dinler-inançlar bahçesiydi. İmparator Konstantin İznik’te o bahçeyi yeniden tanımladı, resmi bir Hıristiyanlık icat etti ve eski bahçedeki bütün inançları o bahçenin içine doldurdu. Doğu kilisesi hala o renkli bahçenin hasadıdır. İslamiyet’i de devletsiz düşünemeyiz, tartışmasız bir Emevi-Abbasi dinidir. Son şeklini devletin elinde almıştır. 

Dinde, insanın acıları karşısında bir iç çekiş var ama bu sefil hayata karşı bir protesto da. Denildiği gibi dine sarılan insan, acı çektiğini, ona bu acıları çektiren sefil hayatından kurtulmak istediğini de beyan etmektedir. Bu durumda ya acılarımızı afyonla öteleyeceğiz ya da toplumu herkesin daha insanca yaşamasını sağlamak üzere yeniden düzenleyeceğiz. Sadaka vererek eşitlik sağlayamazsınız ama eşitliği sağlayarak sadakayı ortadan kaldırabilirsiniz. Bu yol, bilimin yoludur.

***
Turan Dursun’a dönüyoruz. Naziler, toplama kampındaki insanlıktan çıkarma uygulamasına “müslümanlaştırma” diyorlardı. Açlık erimelerinin, bedensel-ruhsal çöküşün en ağır ve en son evresine kampta verilen addı bu. Kamp sakinlerinin açlıktan, hastalıktan ve korkudan, ölüm ile yaşam arasındaki o görünmez eşiği aştıkları, ölüm öncesi duruma yaklaştıkları, yazgılarına boyun eğdikleri durumdu bu. Faşistler fiziksel ve ruhsal olarak insanlıktan çıkardıklarını “müslümanlaştırılmış” olarak kabul ediyorlardı. Serol Teber’den aktarıyorum. 

Nazi politikasının nihai amacıydı bu. Esirleri teslim olmaya zorluyorlardı. Teslim olanlarda tüm bedensel ve ruhsal enerji sönüyor, yoğun ilgisizlik ortaya çıkıyordu. Bu hale gelmiş 400 esiri yalnızca bir tek askerin güttüğüne tanık olmuştur kamptakiler misal. Kaçmaktan, isyan etmekten söz etmeye hâlâ cüret edenlere tepki göstermiş, huzuru bozmakla itham etmişlerdir. Toplama kampında huzur, yaşam ile ölümün sınırındaki o kısa andadır çünkü. İnsanlıktan çıkanlar hâlâ insan kalanlara kin tutar, düşman olur. Tipik toplama kampı sendromudur…

1990’lı yıllarda toplum devlet eliyle müslümanlaştırılıyordu. Turan Dursun bu girişimi fark etmiş ve kurtulmayı başarmıştı. Kurtulamayanlarda ise tüm bedensel ve ruhsal enerji söndü, yoğun ilgisizlik ortaya çıktı. Acıyı yadırgama halidir. Ülke şimdi koca bir toplama kampı ve insanlıktan çıkarılanlar kampı yöneten Nazi’yi tanrı sanıyor. 

Turan dursun toplama kampında “müslümanlaştırmaya” isyan eden ilk Müslümanımızdır. Kamptan firar etmeyi göze alabilmiş, böylece müftülükten aydınlığa terfi etmiştir. Kim ne derse desin, bundan böyle aydınlanmamızı Turan Dursun’suz düşünemeyiz.