Ülkücü hareket: Kökü dışarıda misyonu içeride

Savcı öldürdüler. İşçi kurşunladılar. Uyuşturucudan, mafyacılıktan zenginleştiler. Bugünün ağır abileri, geçmişin Gladiosu. Bir şey hiç değişmedi: Üç hilalin sırtı ABD’ye, şiddetiyse memlekete dönüktü

Efe Ardıç

Türkiye toplumu arayışta. 22 yıllık AKP iktidarının sonunda geleceğe dair umutlarını büsbütün yitirmiş gençlik de arayışta.

Son dönemde bu arayışa yanıt vermeye çalışan akımlardan biri, Türkçülük.

Türkiye tarihini baştan yazmaya, kimi figürleri olmadıkları şekilde kahramanlaştırmaya, kimi aydınlarıysa çamura bulamaya çabalıyorlar. Bu çabalar, özellikle gençler arasında ilgi görüyor.

soL, konuya dair beş genç yazarın yazılarını yayımlıyor.

“Bütün bu çalışmalar içinde askeri ve sivil güvenlik güçleri vardır.”

“Sivil güvenlik güçleri içinde de MİT elemanları ve 1. Şube görevlileri kullanılmaktadır.”

“Bütün bu çalışmalar MHP ve onun kadrolarınca yönetilmektedir.”

“Bu genel çerçevede cinayetleri, şiddet ve anarşik eylemleri daha iyi anlamak olasıdır.”

Bu alıntılar zamanının Ankara Cumhuriyet Savcı yardımcısı Doğan Öz’ün 1978 senesinde hazırladığı bir ön rapordan parçalar. Kimilerinin “kardeş kardeşi öldürüyordu” hayıflanmasıyla tarif ettiği dönemin cinayet ve katliamlarının, münferit olaylar olmadığını fark etmişti. Fark ettiği gibi de gerçek sorumluları açığa çıkarmak için işe koyulmuştu. Bu rapor, açmayı planladığı kapsamlı bir soruşturmanın yalnızca ön çalışmasıydı.

Herhalde doğru ipin ucunu tutmuş ki bu raporun hazırlanmasından yalnızca iki ay sonra İbrahim Çiftçi’nin tetikçiliğiyle evinin önünde katledildi. Savcının ön raporu kapsamlı sayılabilecek bir rapordur. Yerli-yabancı sorumlular tespit ederken, operasyonların amaçları konusunda fikir belirtmekten de geri durmaz:

‘Şiddet olayları, anarşik eylemler olarak nitelendirilebilecek kadar basit değildir. Amaç, demokrasi umudunu yok etmek; onun yerine faşist düzeni gündeme getirmek ve bütün unsurlarıyla yürürlüğe koymaktır. Böylece ABD ve çokuluslu ortaklıklar, Ortadoğu sorununu büyük ölçüde çözmek amacını gütmektedirler.  Bize göre bu sonuca ulaşmada CIA, kontrgerilla gibi gizli örgütlerin yönlendirmesi vardır.”  

1970’lerin ikinci yarısı boyunca işlenen cinayetlerde aynı isimlerin, aynı silahların ve aynı yöntemlerin kullanılması bir örgütlülüğe işaret ediyordu. Bu dönemde gözlemlenen ne örgütlenme ne de öldürme biçimleri Türkiye’ye mahsus değildi. Kontrgerillanın adı İtalya’da Gladio oluyordu, Yunanistan’da Kırmızı Koyun Derisi.

ABD’nin açtığı yoldan Ülkü Ocakları’na

1948 senesinde Ülkü Ocakları’nın fiili ve fikri kurucu önderi Alparslan Türkeş henüz siyaset sahnesine çıkmamış bir subaydı. ABD’ye “Gerilla ve Özel Harp Teknikleri” eğitimi almaya yollandı. Eğitimin amacı, olası bir Sovyet işgalinde yer altına çekilip direniş örgütlenebilmesiydi.

Soğuk Savaş dönemi boyunca “olası Sovyet işgali” olarak dillendirilen endişenin kaynağı, en dar anlamıyla bir ülkenin başka bir ülkeyi işgal etmesinden endişelenmek olarak algılanmamalı. Yirminci yüzyılın ikinci yarısında dünyanın üçte biri sosyalist iktidarlar tarafından yönetilmekteydi. Kalan üçte ikilik kısmın da kamuoyunda sosyalizm fikrinin ciddi bir itibarı vardı. 

Soğuk Savaş dönemi boyunca birden fazla ülke bağımsızlığını elde etmiş, diğer ülkelerin halkları da kendi içlerinde bulundukları ulusal ve uluslararası bağımlılık ve sömürü ilişkilerini sorgular hale gelmişlerdi. 

Olası Sovyet İşgali” bu sorgulamaların sonuçlarına dair endişedir aslında. Hâkim egemenlik ilişkilerini korumaya yönelik bir endişe. Dolayısıyla ABD ve uzantısı NATO’yla yürürlüğe konulan plan, başarılı olduğu her ülkede, o ülkenin kendi yurtsever-ilerici-devrimci hareketlerini baskılamak üzere harekete geçmiştir. Türkiye de bu açıdan ayrıksı bir örnek değildir.

Türkeş, Türkiye’ye döndükten sonra Çankırı Gerilla Okulu’na öğretmen olarak atanır. 1955 yılında Washington NATO Daimî Komitesi’nde görev yapar ve 1958’e kadar da ABD’de kalır.

27 Mayıs 1960 darbesiyle siyaset sahnesine çıkan Türkeş kolları sıvamıştı. Solu boğmak adına bu dönemin iki ihtiyacı vardı. Bunlardan ilki yurtsever sola bir alternatif yaratmaktı. Toplumcu karakterli bir sağ siyaset hattı yaratılmalıydı. Bu ihtiyacın cevabı Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi (CKMP), Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) ve 9 Işık Doktrini olacaktı.

İkinci ihtiyaçsa gerektiği yerde “pis işleri” yerine getirebilecek bir sokak gücü ve çeteleşmeydi. Ülkü Ocakları, kontrgerilla örgütlenmeleri ve kurulan mafyatik ilişkiler günün sonunda bu ihtiyacın bir sonucudur. 

Komando kampları 

1968 yazından itibaren İstanbul, Ankara ve İzmir yakınlarında kötü şöhretli komando kampları kurulmaya başlanmıştı. Kamplar sonradan MHP olacak CKMP tarafından saldırı ve savunma eğitimleri vermek için kurulmuştu. Kampların eğitim programı judo, güreş, boks, duvara tırmanma gibi fiziksel eğitim yanında “Komünizm karşısında milliyetçilik ruhu” gibi siyasi dersleri de içeriyordu. Günlük programlarında sık sık dua arası veriyorlardı. Kamplarda ateşli silahlarla eğitim verildiği yönünde söylentiler de yaygındı.

Başlangıçta Komando olarak anılan militanlar, partinin isteğiyle önce “Milliyetçi Toplumcular”, ardından Bozkurtlar ve sonrasında da Ülkücüler olarak anılmaya başladı.

Türkeş’e göre Bozkurtların kurulma sebebi, Türkiye’yi komünizme karşı korumakta partiye yardımcı olmaktı.

Sağcı Adalet Partisi (AP) hükümetinin 1969 senesinde hazırlattığı raporda geçen “… bu kamplarda yetişen gençleri MHP’nin vurucu kuvveti haline getirmesinden sonra…” sözleri de bu kampların niteliğini ortaya döküyor.

Militanlar, 31 Aralık 1968 senesinde Siyasal Bilgiler Fakültesi Öğrenci Derneği’ni basarak ilk şiddet faaliyetlerini yerine getirdiler. 

Ülkücü Hareket sokakta

Ülkücü hareket kendini bir sokak gücü olarak oluşturduktan sonra ülkenin ilerici güçlerine yönelik saldırıları hiç durmadı. Yakından incelediğimizde oldukça sığ “solcu-sağcı kavgası” kalıbına sığdırılamayacak bir tabloyla karşılaşıyoruz. Komandolar, 7 Nisan 1969’da patlayıcı madde kullanarak Sağlık Bakanlığı ve Hacettepe Üniversitesi’nin düzenlediği doğum kontrol seminerini basıyorlar.

Yer yer planlı yer yer spontane, tespit ettikleri Cumhuriyet gazetesi okurlarına saldırıyorlar. Bildiri dağıtımına çıkıyor, bildirilerini almayanları dövüyorlar. Gece kulübü basıp dans pistine Molotof kokteyli atıyorlar. Türkiye’de komünizm tehdidini engelleme misyonuyla çıktıkları yolda bu kendi standartlarına göre zararsız sayılabilecek şiddet eylemlerinden, cinayet ve katliamlara kadar; uyuşturucu kaçakçılığından darbe planlarına kadar bulaşmadıkları “pis iş” kalmıyor.

Ülkücü Hareket iş yerinde

Siyasi olarak solun yükselişte olduğu bu dönemde işçi sınıfı hareketi de yükselişe geçiyor. Yalnızca iş yeri mücadelelerinde değil, ülkenin siyasi gündemlerinde de sorumluluk hissetmeye ve müdahale etmeye başlayan bir işçi sınıfıyla karşı karşıyayız bu dönemde.

Bunun iyi bir örneği AP, Milli Selamet Partisi ve MHP’den oluşan 1. Milliyetçi Cephe döneminde getirilmeye çalışılan Devlet Güvenlik Mahkemeleri’ne karşı DİSK’in genel grev ilan ederek bu anti demokratik saldırıyı püskürtmesidir.

İlerici her türlü hareketin karşısında durma misyonuyla hareket eden Ülkü Ocakları’nın işçilerle içli dışlı olmaması beklenemezdi. 

Olmuşlardır. Ülkücüler ne zaman ihtiyaç olduysa işçi direnişlerinin karşısındaki yerlerini almışlardır. 

11 Ağustos 1975’te İstanbul Eyüp’teki Sungurlar Isı Kazan fabrikasında işçilere iki kişi tarafından ateş açıldı. Sebebi sendika değiştirip DİSK’e bağlı Maden-İş sendikasına geçmek istemeleri. Ateş açan iki kişiden biri fabrikanın bekçisi, diğeri eski Ülkü Ocakları İstanbul başkanıydı. Bu olay üzerine fabrikadaki 700’e yakın işçi direnişe geçmişti. Maden-İş yetkilileri, işverenin Ülkü Ocakları’ndan militan yığarak işçileri tehdit ettirdiğini ve ardından işçilerin üzerine ateş açıldığını açıklamıştı.

Ülkücü Hareket kampüste

Ülkücülerin istediği sendikaya üye olma hakkı için, yatmayan maaşını talep etmek için direnişe geçen işçiler karşısındaki tutumları, üniversite kampüslerinde de pek fark göstermiyor. Bildiri dağıtan solcu öğrencilere saldırmak, öğrenci kulüplerinin etkinliklerini basmaktan küpe takan erkekleri dövmek ve fahiş yemekhane zamlarına direnen öğrencilere saldırmaya kadar varan eylemlerle kampüslerde de terör eylemlerine devam ediyorlar.

Bu eylemlerin en kanlısı 16 Mart katliamı. 16 Mart 1978 tarihinde İstanbul Üniversitesi Eczacılık Fakültesi önünde bekleyen yüze yakın sol görüşlü öğrencinin üzerine Ülkücüler bomba atıyorlar ve mermi yağdırıyorlar. Saldırının sonucunda 7 öğrenci ölüyor, 47’si yaralanıyor. Yıllar sonra bombayı hazırlayan kişinin 1977 Ekim’inden, 1978 Şubat’ına kadar Ülkü Ocakları Derneği Şube Başkanlığı yapan Abdullah Çatlı olduğu ortaya çıkıyor.

Günümüze yaklaşırken

12 Eylül 1980 faşist darbesiyle solun Türkiye’de önemli ölçüde zayıflaması ve 1991 senesinde Sovyetler Birliği’nin yıkılmasıyla birlikte Soğuk Savaş döneminin bitmesi, Ülkücü Hareket’e olan ihtiyacın da azalması anlamına gelmişti. İlerleyen dönemeçte bu hareketin yetişmiş kadroları farklı amaçlarla kan dökmeye devam ettiler. Milli İstihbarat Teşkilatı’nın yönlendirmesiyle başta Abdullah Çatlı; İsviçre, Bulgaristan gibi ülkelerde silahlı-bombalı faaliyetlerine devam etti.

13 Mayıs 1981’de Vatikan’ın Aziz Petrus Meydanı’nda dönemin Papa’sı 2. Ioannes Paulus’a üç el ateş edildi. Papa elinden ve karnından yaralandı. Suikast girişiminde bulunan kişi Mehmet Ali Ağca, Ülkücü terörün katlettiği aydınlarımızdan biri olan Abdi İpekçi’nin de katiliydi. 

Ülkü Ocakları günümüzde de bildiğiniz gibi. Nerede bir öğrenci yemekhane fiyatlarından şikâyet eder, nerede Kürt bir işçi yevmiyesinin eksiksiz yatırılmasını talep eder orada Ülkücü gençlik sopaları, bıçakları ve muştalarıyla bekliyor olur.