Kaynak tartışmasının gölgesinde kalanlar: Her şey sermaye için

Siyasi iktidar, zaman zaman uluslararası sermayeye meydan okuyor. Meydan okumaların arkasında bazen kendi tercihleri, yetersizlikleri, bazen boş bir siyasi retorik ya da siyasi malzeme devşirme ihtiyacı, bazen de sermaye sınıfı adına çok sahici pazarlıklar olabiliyor.

Adile Kaya

2018 Mayıs’ından bu yana Türkiye’nin Uluslararası Para Fonu (IMF) gözetiminde bir krizle mücadele programı uygulaması ve bu şekilde ekonomiye kaynak enjekte etmesi gerektiği dile getiriliyor. Finansman ihtiyacı başta olmak üzere iktisadi gerekçelerin ötesinde, siyasi ve hukuki düzenlemeleri de içeren bir yapısal reform paketine ihtiyaç olduğu, siyasi iktidarın keyfiyetlerinin giderilip uluslararası sermayeye güven verilmesi için de IMF ya da benzer bir uluslararası yapıya başvurulması gerektiği öne sürülüyor. Düzen muhalefeti ve ana akım iktisatçılar, sermaye düzeninin bekası adına uluslararası sermayeyle uyumun yeniden tesis edilmesi ya da güçlendirilmesi için bir zorunluluk, çıkış yolu olarak IMF’ye gidilmesi gerekliliğine işaret ederken muhalif iktisatçıların bir bölümü de düzenin başka çaresi olmadığını, sermaye sınıfı adına böyle bir tercihin yapılmak zorunda kalınacağını öne sürüyor.

Türkiye, tarihinin en ağır ekonomik krizinden geçerken esas olarak siyasi iktidarın tercihleri, yetersizlikleri, beceriksizliklerine odaklanmak, sermaye düzeninin iyice belirgin hale gelen açmazlarını göz ardı etme sonucunu doğurabiliyor.

Salgınla birlikte IMF, uluslararası destek ihtiyacı tartışmaları hızlandı

Covid-19 salgınıyla birlikte artan belirsizlikler -özellikle de turizm gelirleri ve önemli ihracat kalemlerinde büyük düşüş beklentileri-, döviz kurundaki ani yükseliş, ülke risk priminin tarihi düzeylere çıkması, yabancı kredi derecelendirme kuruluşlarının Türkiye’nin kaynak sıkıntısına dikkat çekmesi gibi gelişmeler Türkiye’nin 2020 yılında dış borç ödemelerini yapmakta zorlanacağı, ek finansman ihtiyacı için eriyen Merkez Bankası rezervlerinin yetersiz kalacağı, önemli bir dış kaynak sorunuyla karşı karşıya kalınacağı yönündeki beklentileri güçlendirdi. IMF’nin salgından etkilenen üye ülkelere, katkıları oranında 1 trilyon dolarlık RFI (Hızlı Finansman Enstrümanı) adında bir fonu koşulsuz kullandıracağını açıklaması, ABD’nin yoğun ticari ilişkilere sahip olduğu ülkelerin bir bölümüne ticaret hacmine paralel dolar-yerel para birimi takasına olanak veren SWAP hattı açması gibi gelişmeler, Türkiye’nin de zaman kaybetmeden bu olanaklardan yararlanmanın yollarını bulması gerektiği yönündeki değerlendirmeleri yoğunlaştırdı.

Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak ile Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, son haftalarda yaptıkları açıklamalarda IMF’ye gidilmeyeceği, uluslararası kuruluşlara ihtiyaç olmadığı, Türkiye’nin kendi kendine yeterli olacağını söylediler. Siyasi iktidarın uzun zamandır sürdürdüğü “IMF karşıtı” pozisyonunun ne kadar sahici ve ilkeli olduğu tartışmalı. “IMF karşıtlığı”nın hiç kuşkusuz uluslararası aktörlerin arasındaki gerilimlerin, uluslararası siyasetteki belirsizliklerin yarattığı boşluklara, hareket alanına oynamayla benzerlik taşıyan, özellikle de iç siyasete yönelik kullanışlı bir siyasi enstrüman olma durumu var. Ancak geçen 15-20 yıllık dönemde IMF ve diğer uluslararası kuruluşların Türkiye ve benzer ekonomilere yönelik rolü, işlevi zayıflarken, bu kuruluşların geçmişte üstlendiği misyon zaten içselleştirilmiş mekanizmalarla fazlasıyla yerine getirildi, Türkiye bu konuda en iyi performans gösteren kapitalist ülkelerden biri oldu. Uluslararası sermayeye entegrasyon düzeyi, kamu ve özel sektör teknokratlarının formasyonu söz konusu performansta etkili unsurlar.

Siyasi iktidar, zaman zaman uluslararası sermayeye meydan okuyor. Meydan okumaların arkasında bazen kendi tercihleri, yetersizlikleri, bazen boş bir siyasi retorik ya da siyasi malzeme devşirme ihtiyacı, bazen de sermaye sınıfı adına çok sahici pazarlıklar olabiliyor. Bunları net bir şekilde ayrıştırmak her zaman mümkün değil, içinden geçilen dönemde iyice güçleştiği de açık. Ancak Türkiye, tarihinin en ağır ekonomik krizinden geçerken esas olarak siyasi iktidarın tercihleri, yetersizlikleri, beceriksizliklerine odaklanmak, sermaye düzeninin iyice belirgin hale gelen açmazlarını göz ardı etme sonucunu doğurabiliyor. Ki bu bazı kesimler açısından çok açık ki bir tercih.

IMF ve diğer uluslararası kuruluşların Türkiye ve benzer ekonomilere yönelik rolü, işlevi zayıflarken, bu kuruluşların geçmişte üstlendiği misyon zaten içselleştirilmiş mekanizmalarla fazlasıyla yerine getirildi, Türkiye bu konuda en iyi performans gösteren kapitalist ülkelerden biri oldu.

Merkez Bankası rezervleri özel bankalar ve şirketlerin zararlarını kapattı

Bir kişinin sözünden dönmeme inadı yüzünden IMF ya da benzer olanaklarla uzun vadeli ve düşük faizli borçlanma olanağı varken, uluslararası para piyasalarından kısa vadeli ve yüksek faizle borçlanmak zorunda kalındığı argümanı ileri sürülüyor. AKP iktidarının sermaye düzeni açısından yarattığı maliyetlerin özellikle 2013 sonrası arttığına şüphe yok. Ancak Türkiye kapitalizminin mevcut yapısı ani yön değişikliklerine, toptancı çözümlere izin vermiyor. Kriz koşullarında domino etkisiyle kaçınılmaz çöküşlerin, iflasların, kapsamlı bir kamu müdahalesinin önünü açmadan kamu öncülüğünde kaynak sağlayıp onarım yapmanın AKP iktidarının keyfiyetinin ötesinde sınırları var. Uluslararası işbölümünde belirginleşmiş yeni yönelimler, uluslararası sermaye ve büyük sermaye öncülüğünde sağlanmış bir uzlaşma ufukta belirmeden kapsamlı bir ayıklanmayı da içerecek bir sermaye reorganizasyonu çok zor. Kaynak sağlama ve dağıtımıyla ilgili her tasarruf, kamunun borç yönetiminde artan rolü zaten sermaye içi bazı tercihler yapılması anlamına geliyor. Ki eleştirilerin ya da manipülasyon çabalarının bir bölümü bundan da kaynaklanıyor.

Türkiye’de ekonomi yönetimi, 2016 yılından bu yana önce Kredi Garanti Fonu düzenlemesi, ardından 2018 kriziyle birlikte gündeme gelen finansal yeniden yapılandırmaya yönelik düzenlemelerle, uluslararası sermaye ve finans sermayesinin yakın desteği ve önerilerini de alarak herhangi bir uluslararası kuruluş gözetiminde yürütülebilecek bir programdan çok daha karmaşık, kapsamlı bir sermaye kurtarma planı yürüttü, bu şekilde kaynak sağlama konusunda özel bir sorun yaşanmadı. Dış borç stoku ve kurumsal banka kredilerine ilişkin rakamlardan da çok açık bir şekilde takip edilebildiği gibi özel bankaların borcunun bir bölümünü, TL’ye çevirerek kamu bankaları üstlendi. Merkez Bankası rezervlerinin önemli bir bölümü de bu operasyona harcandı. Özel sektör döviz tevdiat hesaplarındaki artış da, yurtdışına sermaye çıkışının önemli bir bölümü de özel bankalar ve şirketlerin risklerini azaltma, yurtdışında tutulan birikimlerinden eksilenleri yerine koyma işlemleriyle çok yakından bağlantılı.

Krizi daha ağır bir krizle ‘yönetme’ stratejisi

Hayat normal şartlarda aksaydı da hayli kırılgan, bir tarafı rahatlatırken, kamu bankaları başta olmak üzere yeni riskler yaratan bir denge ne kadar sürdürülebilirdi, tartışmalı. Şu an karşı karşıya bulunan tabloda uluslararası finans sermayesi, özellikle de Türkiye riski yüksek Avrupa bankalarının alacaklarını tahsil edebilmek için ek mekanizmalar geliştirebileceklerine güven duyulduğu söylenebilir. Ki Türkiye’nin, Arjantin gibi ülkelerden farklı olarak “borç ödeme” sicilinin temizliği de düşünüldüğünde bu eksende pazarlık gücü var. Ek olarak Türkiye’den bağımsız küresel ölçekte ekonomik çöküşün sonuçlarını telafi etmek üzere uluslararası finans kuruluşlarının rolünün artması, yeni finansal enstrümanların devreye alınması borç yönetiminde yeni olanaklara yaratabilir. En azından bu eksendeki gelişmelerin takip edilmesi, ona göre pozisyon almak üzere idare etme “stratejisi”nin izlenmesi mümkün. Ki bu dönem aynı zamanda hasar tesbitinin, dış ticaret dengesi, cari açık vb öngörüleri, buna bağlı olarak da kaynak ihtiyacına ilişkin öngörülerin de biraz daha netleşmesi anlamına geliyor.