Cumhuriyette saray olmaz, demek ki cumhuriyet olduğunda saray olmayacaktır. Devrimin işi alaturka tuvalet taşlarını tarihin çöplüğüne kaldırmaktır. 

Alaturka tuvalet taşının sırrı

Karşıdevrim, devrimi yıkmayı ve sonuçlarını yok etmeyi amaçlayan harekete verdiğimiz ad. Girişenler karşıdevrimcilerdir. 

Biliyoruz, devrim varsa karşıdevrim de olur. Fransa’da devrime karşı Vendee bölgesi isyanı, kraliyet yanlısı bir ayaklanmaydı, monarşiyi ihya etmek istiyordu. Ayaklanan Katolik köylüler cumhuriyetçi güçler tarafından, 1796'da, çok acımasız bir şekilde bastırıldı. Bizde 31 Mart gerici ayaklanması var, Hürriyet Devrimini yıkmayı amaçlıyordu. Hareket ordusu koştu yetişti, karşıdevrimi Gezi Parkına gömdü. Cumhuriyet devriminden sonra da pek çok karşıdevrimci kalkışma oldu. Hilafetin kaldırılmasından bir yıl sonra Palulu Şeyh Said, yeni doğan cumhuriyete karşı ayaklandı. Şeyh Said’ten Menemen’deki ayaklanmayı organize ettiği iddia edilen Şeyh Esad Erbili’ye kadar Cumhuriyet Türkiye’sinde gerici isyana kalkışanların tamamı Nakşibendi-Halidiye şeyhleriydi. Haliyle Cumhuriyet de Halidileri bulduğu her yerde kovaladı. Doğaldır. Demek ki tarikat kalkışmalarında bir karşıdevrim karakteri var. Daha yakınlarda 12 Mart ve 12 Eylül var, ikisi de karşıdevrim hareketidir, sadece tarikatlar değil TSK da içindedir.

AKP eliyle kurulan “Tayyiban rejimi” de tartışmasız bir karşıdevrimdir. Cumhuriyetten geriye kalanları yıkmak amacıyla geldiler, yıktılar, moloz kaldırma faaliyetleri sürüyor. Zaten bileşiminde de 31 Mart’ın, Şeyh Sait’in, aynı koldan türeyen bilcümle tarikat artıklarının, oralardan beslenen sağcılığın, laik cumhuriyet düşmanlığının, 12 Mart’ın ve 12 Eylül’ün uzantıları var. AKP, ülkenin karşıdevrim tarihinin “mütemmim cüzü” ve güncel özetidir. 

Demek ki yine bir karşıdevrimin tam ortasındayız.

İşaretlerini izliyoruz. Diyanetin şişirilmesi, tarikatların görünür kılınması ve devlete girişine isin verilmesi, içki kültürünün baskılanması, milli eğitimin dinselleştirilmesi, yargıda baş gösteren inanç hassasiyeti işaretler arasındadır. Minare hoparlörlerinin desibelinde ve hatta okul zillerinin melodilerinde bile karşıdevrimin işareti var. Günlük hayatın yeniden dinselleştirilmesi karşıdevrimin olmazsa olmazı. Mekânı ve demografiyi hızla değiştiriyorlar. Cumhuriyetin sembollerini çeşitli gerekçelerle yıkmak, devrimin meydanlarına devasa camiler dikmek, Körfez ülkelerinden karşıdevrimin tarifine uygun insan devşirmek, hepsi, birer karşıdevrim işareti. 

***

Kentlerin İslamileştirilmesi bu işaretlerin en görünenlerinden biri. Karşıdevrimin ideolojik kodlamalarını mekanların, caddelerin isimlerinde de görüyoruz. Boğaziçi Köprüsü “15 Temmuz Köprüsü” oldu, GATA’yı “Sultan Abdülhamit Han Eğitim Araştırma Hastanesi” yaptılar. Millet Bahçelerinin her birinin içinde bir kıraathane, merkezlerinde de cami var. Tarihi 1071’den başlatan yeni kurucu mite uygun hale getirmeye çalışıyorlar her vesileyle. Ortalık Ertuğrul Gazilerden, Abdülhamitlerden geçilmiyor. Atatürk Orman Çiftliği’ne dikilen “Kaçak Saray”, esasında cumhuriyetle hesaplaşmanın mekânsal karşılığı. Taksim Meydanı, Gezi Parkı, AKM gibi tüm modern yaşam mekânları bu dönüşümden payına düşeni aldı. Siyasal İslamcı karşıdevrim neoliberalizmle kol kola girerek günlük hayatımızı kuşatıyor; evlerimizi, sokaklarımızı, meydanlarımızı ele geçirmeye çalışıyor. Yıkmayı başardıkları, başaramadıkları var. Demek ki savaş mekânda da sürüyor. 

Sonucunda oluşan şeye “rövanşist kent” deniyor. Bu kavram da 19. yüzyılda, Paris’te ortaya çıktı. Rövanşistler Paris Komününe karşı çıkan bir grup ulusalcı burjuvaydı. Ülkenin yeniden ele geçirilmesini hedefliyorlardı. Bunun için şehri bir daha devrim olmayacak bir şekilde düzenlemek, gerekirse yeniden inşa etmek, işçi sınıfını merkezden banliyölere sürmek gerekliydi. Tuhaf, kutsadığımız görkemli şehirler alt sınıfları kontrol etmeyi kolaylaştıracak bir biçimde inşa edilmişlerdir. Modern kentlerin temelini devrim korkusu atmıştır. 

***

Türkiye’de rövanşist kent Batı ile Osmanlının tuhaf bir karışımından oluşuyor. Bu rövanşist-karşıdevrimci mimarinin başyapıtı Atatürk Orman Çifliği arazisi üzerine dikilen “Ak Saray”dır. Dediklerine göre bina “Osmanlı-Selçuklu mimarisi tarzında”dır. Ancak o tarzın ne olduğu meçhuldür. Tarihte “Osmanlı mimarisi” tanımı 1873 Viyana Dünya Sergisi için hazırlanan “Usûl-i Mimari-i Osmanî” ile ortaya çıktı. “Selçuklu mimarisi” de on dokuzuncu yüzyıl sonu ürünüdür. Bunların elimizde bir örneği yoktur. Demek ki “Ak Saray”ın Osmanlı veya Selçuklu saraylarından esinlenmesi imkansızdır.

Buna karşılık elimizde iki saray mimarisi örneği var.  Biri Fatih Sultan Mehmet tarafından 15. yüzyılda yaptırılan Topkapı Sarayı, diğeri 19. yüzyılda Abdülmecit tarafından yaptırılan Dolmabahçe Sarayıdır. İlki bir gecekondular topluluğudur, ikincisi özentidir ve bir taklitten ibarettir, bir mimari tarz oluşturmaları imkansızdır. Bini aşkın odası, bir devlet sırrı olan maliyeti falan tartışılıyor ama Ak Saray'ın asıl tartışılması gereken yönü, demek ki, bir mimari vasfının olmamasıdır. Olsa olsa neoliberal-islamcı TOKİ mimarisidir. 

Daha iyisi var; Mimarlar Odası Ankara Şube Başkanı Tezcan Karakuş Candan, binanın mimari formunu “alaturka tuvalet taşı”na benzetmişti. Camilerin standart hela formudur, mümkündür. 

Açık olan şu, cumhuriyette saray olmaz. Cumhuriyette saray, eğer yıkılmamışsa, müzedir. Atatürk Çiftliğine dikilmiş devasa alaturka tuvalet taşının verdiği tek mesaj budur. Karşıdevrim devrime galebe çalmıştır. 

***

Mekan ve demografi değişiyor, elleri neye değdiyse alaturka tuvalet taşına dönüşüyor. Demek ki bir karşıdevrimin tam ortasındayız.

Peki ne yapacağız?

Engels “Almanya’da Devrim ve Karşıdevrim”inde diyor ki, “karşıdevrimin başarı nedenlerini aradığımız zaman, her yerden filanca bay ya da falanca yurttaşın halka ‘ihanet’ ettiği hazır yanıtını alırsınız. Bu yanıt, duruma göre doğru ya da yanlış olabilir; ama hiçbir durumda hiçbir şeyi açıklamaz ve ‘halk’ın nasıl olup da kendisine böyle ihanet ettirdiğinin anlaşılmasını sağlamaz.” O halde? Yanıtı önderlerden bazılarının rastgele çabaları, yetenekleri, kusurları, yanılgı ya da ihanetleri içinde değil, genel toplumsal durum ve allak bullak olan ulusların her birinin varlık koşulları içinde arayacağız. Devrim de ve karşıdevrim de tek tek bireylerin işi değildir. Bunlar gerçekleştiği ülkelerdeki birçok sınıf tarafından çok farklı bir biçimde duyulmuş ulusal zorunluluk ve gereksinmelerin kendiliğinden, karşı konulmaz bir gösterisidir. 

Cumhuriyet bütün kazanımları ile birlikte çöktü. Egemen sınıfın devrime ihtiyacı kalmadı çünkü, kazanımları yük oldu. Yurttaştan kurtulmak istiyor haliyle ve yerine ümmeti geçirmeye çalışıyor. Aç açık cumhuriyet yurttaşları ise ümmet olmaya meyletti. Karşıdevrim diyoruz. 

Ama bu karanlık tablodan kaldırıp başınızı tarihe yeniden bakın. Ülkenin her yanının saray yıkıntılarıyla dolu olduğunu göreceksiniz. Ne İskender, ne şah, ne sultan, göçüp gitmişler, gölgesiz. 

***

Devrim varsa karşı devrim olur. Karşıdevrim varsa devrim kaçınılmazdır. Cumhuriyette saray olmaz, demek ki cumhuriyet olduğunda saray olmayacaktır. Devrimin işi alaturka tuvalet taşlarını tarihin çöplüğüne kaldırmaktır. 

Şimdilik şu: Eğer yenilmişsek, yapmamız gereken tek şey baştan başlamaktır. Ve hayat sürüyorsa eğer, zaman hep vardır.