Ahmed Arif’in evine gelen dostları için, bir koşu fırına gidip sıcak ekmek ve helva ikram etmesi düştü aklıma. Ne demeli adına emeğe saygı mı, yoksa toprağa, ekine, suya, dosta, insan olana ve vatana tutku mu ya da aşkın bahar olmuş halimi bilemedim.

Ekmek…

Ahmed Arif’in evine gelen dostları için, bir koşu fırına gidip sıcak ekmek ve helva ikram etmesi düştü aklıma.

Ne demeli adına emeğe saygı mı, yoksa toprağa, ekine, suya, dosta, insan olana ve vatana tutku mu ya da aşkın bahar olmuş halimi bilemedim.

Çıldır gölünün çevresi uçsuz bucaksız çayırların yeşille düğün ettikleri yerlerdir. İnsan boyunca çiçeklerden çayırlıklar ve yanı başlarında buğday, arpa tarlaları ve başağa durmuş ekinler ılık rüzgârlar eşliğinde birbirlerine şarkılar söylerler, gölde kuşlar sevişir.

Size de olur mu ülkenin, insanın, yaşanan kötülüklerin sancısı çöktümüydü içime, ellerime kar yağıyormuş gibi oluyorum. Mevsim ne olursa olsun üşüyor bedenim. İşte şiir tam da o sırada dörtnala koşan atlılar gibi geliyor ve bağrımın orta yerinde nal dövüyor.

Bunca yaşanmışlıkta erguvan ağaçları gibi çiçeğe durduğum anlarda da aynı şey oluyor. Sarı bir bulutun içinden üstüme taşan yağmurlara gizlenmiş şiirler düşüyor bedenime, adına aşk deniyor galiba. Hani şu dağ başında yaban kuşlarına heyy diye seslendiğimiz anlarda söylenen türküler gibi. İçi sevinç dolu hüzün ya da tersi.

Çıldır çayırlıklarında tırpan sallayan ırgatlar, bir orkestra şefinin yönettiği bitip tükenmek bilmeyen uyumla aynı dans ile oynaşanlar gibi aynı sesleri çıkarır aynı alınteriyle ekmeklerinin aşkına yanarlar.
200 kişilerdi, ellerinde tırpanlarıyla gölün kenarında çömelmiş, kimileri masatlarıyla tırpanlarını biliyor kimileri küçücük çekiçlerle tırpan dövüyorlar. Gökyüzüne saçılan ses, henüz notalara dökülmemiş bir senfonidir.

Söğüt ağacının altında yere beyaz örtüler serilmiş, İsmet amca ağacın gövdesine dayanmış akordeonu ile Şavşat Barı’nı çalıyor, beyaz örtünün ortasına bakır sinilerde ‘Bişi’ denen yağlı ekmek ve ayran testileri.

İsmet amca bilmediğim bir ezgiye eviriyor akordeonu, inliyor yüreğim, susuyor insanlar ve bir arya söyler gibi göğsünü hayata gere gere;

”Beşikler vermişim Nuh’a salıncaklar, hamaklar.
Havva Ana’n dünkü çocuk sayılır,
Anadolu’yum ben tanıyor musun?
Utanırım utanırım fıkaralıktan,
Ele güne karşı çıplak,
Üşür fidelerim,
Harmanım kesat.
Kardeşliğin, çalışmanın, beraberliğin
Atom güllerinin katmer açtığı
Şairlerin bilginlerin dünyalarında
Kalmışım bir başıma ve uzak.
Biliyor musun?
Binlerce yıl sağılmışım
Korkunç atlılarıyla parçalamışlar
Nazlı, seher sabah uykularımı.
Hükümdarlar, saldırganlar, haydutlar
Haraç salmışlar üstüme.
Ne İskender takmışım,
Ne şah, ne sultan.
Göçüp gitmişler gölgesiz
Ve dayatmışım
Görüyor musun?”

Ayağa kalkıp bir tarlakuşu gibi usulca gölün kenarına doğru süzülüyorum.

İsmet amcanın sesi gölde mavi.

Ahmed Arif’in yüreği tırpan.

Şiir bitiyor, sesler çoğalıyor, eller sıcak ekmeklerle buluşuyor, ardından şu başakları kızarmış yamacın ardındaki köknar ormanlarının yeşili gibi büyük bir halaya dönüşüyor hayat.

İsmet amca Cilavuz Köy Enstitüsü mevzunu bir öğretmen. Babam düşüyor aklıma, at sırtında bile mandolin çalıp aryalar söyleyen, heybesinde insanlar için kitaplar taşıyan çiçek bakışlı adam.

Şimdi şu zor günlerde umuda, barışa, eşitliğe, özgürlüğe dair düşler kurarken çocuk şarkıları gibi cıvıl cıvıl oluyor insan.

Yaşama tutkusunu büyütmek; üstümüze yağdırılan acıyı, öfkeyi, kini ve nefreti yere çalıp yeniden vapur dumanları gibi mavileşmek, martı kanatlarında rüzgâr olmak gibi.

Sıcak ekmeği tüm dostlarla bölüşerek umuda katık ekmek gibi.

Ekmek…[email protected]