Heyet-i Teftişiye

Başlıktaki deyimin günümüz Türkçesindeki karşılığı "Denetim Kurulu"dur. Bu eski deyimi içerdiği (ya da bana öyle gelen) sultanî tınısından kullandım. İkinci Meşrutiyetten hemen hemen otuzlu yıllara kadar seçimler "Heyet-i Teftişiye" diye adlandırılan bir komisyonun kontrolünde yapılırdı. Bu komisyon seçime ilişkin tüm işlemlerinin gerçekleşmesini sağlar ve denetler.di. "Heyet-i Teftişiye" yi oluşturan üyeler mevcut yönetimin çeşitli kurumlarından, özellikle İçişleri Bakanlığı mensuplarından seçilirdi,. Bu durum 1950'deki genel seçime kadar devam etti. Oy verme işlemi açık olurdu oyların tasnifi ise "Heyet-i Teftişiye" tarafından gizli olarak yapılırdı. Açık oy ve kapalı tasnif 1950 yılına kadar aynen devam etti.

Yüzyıllık demokrasi tarihimize göz attığımızda 1946 yılına kadar iki aşamalı seçim sisteminde birinci seçmenler, milletvekillerini seçecek "Seçim Kurulu"nu seçerlerdi. Bu kurula "Müntehib-i Sâni" denirdi. Sonraları bu deyimin yerini "İkinci Seçmen" nitelemesi aldı. 1930'lu yıllara kadar yani 1923-1927 seçimlerinde kadınların oy hakkı yoktu. 1930'da ki Belediye Seçimlerinde kadınlara seçme ve seçilme hakkı tanındı. Ayrıca, bu tarihten itibaren Belediye Seçimleri tek dereceli olarak yapılmaya başlandı. 1935'de kadınlara milletvekili olma hakkı da tanındı.

Seçimlerde çoğunluk sistemi temeldi. Yani en fazla oy alan seçilirdi. Bu yöntem 1961 anayasası ile terkedilmiş sadece yeni kurulan Senato seçimlerinde kullanılmıştır. Nisbî seçim 1961'de Anayasalı güvenceye sahip kılınmıştır. Ne var ki 1982 Anayasası bu sistemi korumakla birlikte %10 barajını da gündeme getirmiş, böylece milyonlarca seçmenin oyu geçersiz kılınmıştır. 1980'den sonra, özellikle Özal'la başlayan bir alışkanlıkla seçim öncesi eşit temsil hakkını zedeleyen bir dizi yasal değişimlere de tanık olunmuştur. Kısacası çok sözü edilen halkın hür iradesi her vesileyle sınırlanmıştır.

Merkezî yönetim seçimlerin düzenlenmesinden nihai sonuçların alınmasına değin tüm sürece egemen olmasının dışında, seçim mazbatalarının TBMM tarafından onaylanmasına kadar bir dizi işlemle seçimin adil olmasını etkilemiştir. 1912 seçiminden bu yana merkezi yönetimin yani iktidarın yönettiği tüm seçimleri şaibeli saymak sanırım yanlış olmaz. 1913-1950 arası zaten tek parti dönemiydi. Muhalefet yoktu.

1946 seçiminde yapılan hile ve oyunlar muhalefetin büyük itirazlarıyla karşılandı. Demokrat Parti Büyük Kongresinde bu seçim oyunlarını hedefleyen ünlü "Milli Husumet Andı" kararını aldı. Gerek muhalefet partilerini gerekse halkın tepkilerini karşılamak isteyen CHP mecliste muhalefet milletvekillerinin de katıldığı bir komisyon da mevcut sistemini değiştirdi. Seçim sisteminin her aşamasında sorumluluğu yargıya verdi. Böylelikle bugüne kadar seçmen listelerinin hazırlanmasından kesin sonuçların alınmasına kadar hakimlerden oluşan "Seçim Kurulları" sorumluluğu üstlendi.
Bu yöntem anayasa ile de güvence altına alındı. Ne var ki Mart 2008'de TBMM'nde kabul edilen bir yasa değişikliği ile seçmen listelerinin oluşturulması görevi TÜİK'e verildi. Muhalefetin kılı kıpırdamadı. İktidar resmen oy manipülasyonu yapmak için istediği kılıfı ustaca yasalaştırdı. Oysa bu yasa anayasaya aykırıydı. CHP Anayasa mahkemesine başvurmadı.

Bilindiği gibi TÜİK ekonomiden kültüre kadar ulusun tüm yaşama süreçlerine ilişkin sayısal bilgileri toplayan bir devlet kurumudur. Yani bilimsel araştırmadan devlet yönetimine kadar toplumsal yaşamın tüm boyutlarına sayılarla ışık tutar. Bu bakımdan asgari bir araştırmacının sahip olması gereken tarafsız olma gereğini duyma zorunluluğu olan TÜİK son altı yıldır adeta iktidar partisinin sayısal avukatlığına soyunmuştur. İnanılırlığını yitirmiştir. Eski İngiltere Başbakanlarından Dısraeli'nin her fırsatta yenilediği gibi bir yalan makinesine dönüşmüştür. Seksen yıldır mümkün olan en az hata ile gerçekleştirilen nüfus sayımını bile becerememiştir. Anketörlerin bizzat hanehalkının huzurunda doldurması gereken soru kağıtları evlere bırakılmış aile bireylerinden birinin yanıtlamasından sonra toplanmıştır. Sonuçta 74 milyon olması beklenen Türkiye nüfusu 70 milyon dolayında tespit edilmiştir. Bu kurumun sorumluluğuna bırakılan seçmen listelerinde ise seçmen sayısı altı ay öncesine göre altı milyon artış göstermektedir. Şu anda muhalefet kanadında, medya'da fırtınalar koparılıyor. Başta Kanadoğlu olmak üzere önde gelen hukukçular 29 Mart 2009'da yapılacak yerel seçimin meşruiyetini şimdiden tartışmaya başladılar. Haklılar, önümüzdeki seçimin meşruiyeti kuşkuludur. Ama sadece seçmen çizelgelerinin yanlışlığından mı doğuyor bu kuşkular. Bu listeler doğru saptansaydı seçim meşruu mu olacaktı? İşte sokaktaki adamın "Zurnanın zırt dediği" nokta budur. Asıl soru şöyle olmalıydı: Sermayenin egemen olduğu bir düzende hangi seçim dürüstçe yapılır?

Adı "Temsilî Demokrasi" gibi yaldızla süslenmişse de seçimler günümüzde tam bir gözboyacılığına toplumsal illüzyonistliğe dönüşmüştür. Zati sungur'un çocukken ağzım açık seyrettiğim şapkadan tavşan çıkartması bile günümüz seçimlerinde küçük eğlencelik bir gösteriden ibaret kalır. Artık zamane demokrasisinde şapkadan dinozor bile seyredenlerin alkışlı katılımıyla, güle oynaya çıkmaktadır. Eşit katılım sözü masaldan başka bir niteliğe sahip değildir. Seçimlerdeki asıl seçmen ulusal sermaye ile iç içe geçmiş küresel sermayedir. Onun istediği seçilir. Bunu sağlamak için her türlü olanak elindedir ve işini talihe bırakmaz. Milyonda bir denetiminden kaçanı da kanla temizler. Allende, Lumumba ve niceleri bilinen örnektir. İstediği sonuca ulaşmak için en sevimli yüzünü, popülist goygoyculuğu çok iyi kullanır. Medya ile büyük çoğunlukla seçmenin halk yığınlarının beynini yıkar. En zalimi en müşfik maskesine büründürür. Kendi zaferini yığınlara kutlatır. Sonunda dediği her şeyi alır. Sokaktaki en usta gaspçılar bile onun ustalığına pes der. Onun eli herkesin cebinde, mekanı her evin baş köşesindedir.

Bu ortamda gerçekleştirilecek seçimde seçmen listelerinin etkisi %10 düzeyindedir. Sermaye böyle bir hileye tevessül etmez bile elektroniğin, yani uygun bilgisayar programlarının, kendi lehine ne yaratabileceğinin farkındadır. Sözde demokrasi oyununun bu yönlerini tartışmayan partiler zaten sermayenin emrindedir. Tartışanlara ise baskının her türlüsü alesta bekler. Bilinmelidir ki günümüzün "Heyet-i Teftişiye"si çok uluslu şirketlerden oluşuyor.

Not: Liberal ekonomi politiğin egemenliğini sürdürebilmesinin olmazsa olmaz koşulu "Temsili Liberal Demokrasi" 1929 krizi ile birlikte tartışılmaya başlanmıştır. İkinci Dünya Savaşı döneminde Roosevelt ve Churchill'in bu konuya nokta koyan Atlantik Bildirisi savaş sonrasında kapitalist blokun demokrasi anlayışını belirlemiştir. Ne var ki bugünün küresel kapitalizmi varolma öğeleri bu yeni demokrasi tanımını da eskitmiştir. Ekonomik kriz Temsili Liberal Demokrasinin de sonunu hazırlamaktadır. Bu nedenle yakın gelecekteki tartışmalarda iki odak öne çıkacaktır. Hangi ekonomi, nasıl bir demokrasi?